Dini Hikayeler
GÖNÜL DERYAMDAKİ İNCİ
Gecenin simsiyah sessizliğinde yine seni anıyorum ey sevgili. Yine seni anıyorum büyük bir hasretle, büyük bir sevgiyle…
Kayaları döven hırçın dalgalar gibi, deli deli esen çöl rüzgarları gibi, damla damla yağan yaz yağmurları gibi yine seni anıyorum ey sevgili, yine seni…
Acı poyrazlar bitmiş yerine koyu bir sükûnet dumanı çökmüştü.çaresizlik son demlerini yaşıyordu. Gül diyarının biricik gülü, sen ey resul yakıcı çöl sıcaklığında serin bir meltem gibi okşuyordun gönülleri. Sevginin doruklarına doğru bir tırmanış başlamıştı şimdi. Ruhsuz, kupkuru çöllerden gönül bahçelerine!
Sensizliğin soğukluğu titretirken vücudumu efendim, seni düşledim hicranla, umudun demir atmış limanlarında. Seni birilerine anlatmak, gönül ikliminden kopup gelen duyguları paylaşmak istedim. Belki kalbimdeki ateşi birazcık dindirebilir hissiyle. Yaradan aşkıyla dolu yüreğini biraz da olsun hissedip gözyaşı dökme umuduyla… umutlarımın boşa çıkmayacağı dileğiyle kalemimi sana açıyorum ey sevgili. Hoş geldin sayfama, hoş geldin kalemime, hoş geldin hasret dolu yüreğime diyorum.
Sonbahar mevsimine döndüm ey sevgili. Her geçen gün bir şeyler eksiliyor bedenimden. Kurumuş yapraklar gibiyim. Bir o yana, bir bu yana sallanıyorum. Sensizlik beni bilinmezliklere sürüklüyor, sensizlik beni uçurumlara yuvarlıyor. Ucu bucağı görünmeyen nihayetsiz uçurumlara.
Dipsiz bir azabın kuyusundayım ey sevgili. Sensizlik yüreğimi hançerliyor, tıpkı görünmez bir kamçı gibi şaklıyor ruhumun en derinine. Seni düşünmeden bir anım bile geçmiyor, seni düşünmeden bir günüm bile geçmiyor…bu çaresizlik omuzlarıma ağır bir hüzün gibi çöküyor. Gönül ağacımın dalları hasretine tahammül gösterip eğildi; ama henüz kırılmadı. Bu hazin tablo ne kadar sürer bilmiyorum. Ey sevgili, tek bildiğim sana kavuşmadan bu hasretin bitmeyeceği.
Kalbime damlayan hüzün damlalarında seni duyuyorum ey resul. Sana olan hasret kalmışlığımı gözyaşlarına vuruyorum. "kalp hüzünlenir,göz yaşarır" demiştin ya işte bu yüzden. Belki senin sahabelerin gibi ağlayamıyorum. Ömerin gibi, fatıman gibi olamıyorum; ama yine de senin aşkınla ağlıyorum, yüreğimi yakıp kavuruyorum. Aklıma senin için ağlayan hurma kütüğü geldi. Hani her zaman hutbeni okurken ona dayanırdın. Bir zaman sonra ashabın minberini yapınca ona dayanmaktan vazgeçmiştin. Bunun üzerine senin yokluğuna dayanamayan kütüğün, iniltilerini duymuştun da onu teselli etmiştin. Şimdi, ey sevgililer sevgilisi bizim iniltilerimizi kim duysun, kim duysun da bizi teselli etsin?
Gönül deryamın en derinindeki inci, susuz topraklara su getiren sevgili, gönül bahçemde açan güller boyunlarını büktüler. Seni soruyorlar, seni arıyorlar. Güllerin efendisini arıyorlar. Gökyüzünde hüzünlenen bulutlar sana ağlıyorlar. Gözyaşlarını döküyorlar denize, seni arıyorlar sevgililer sevgilisini arıyorlar…
Sis dağının perdelerini aralayarak mübarek hayatından kesitler geliyor gözlerimin önüne. Uhud'daki kahramanların geliyor. Senin öldüğünü zannedip hüzne kapılan ashabına, "niye burada oturuyorsunuz, o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız?"diyen sahaben canlanıyor gözlerimde. Öyle bir atılmıştı ki savaşa bu cesur yiğit, savaş sonunda kız kardeşi onu sadece tırnaklarından tanıyabilmişti şimdi ey resul, sana verilen onca can varken biz sensiz yaşayıp da ne yapalım?
Zifiri bir karanlık çöküyor gönül alemimde. Umutsuzluğun derin uçurumlarında yuvarlanıyor gibiyim. Düşündükçe senin bize anlatmak istediklerini anlamayışımızın hüznü vuruyor ıstıraplı çehreme. Umutsuzluğun dipsiz kuyusunda acılara doğru yol almaktayım artık. Sessiz çığlıklar yankılanıyor bu dipsizlikte. Tam umutlarım tükendi derken bir ışık huzmesi yayılıyor karanlığın bağrına. Önce yaradan'ın rahmeti, sonra ey sevgili senin dilinden "kişi sevdiğiyle beraberdir" hadisi. Tekrar tüm umutları yüklenip yol alıyorum hayata. Umut ve umutsuzluk arasında sevgimi yaşamaya çalışıyorum. Umut, güz yaprakları gibi birer birer dökülürken her sonbaharda yere, ben yine de her baharda yeşereceğini biliyorum. Çünkü bahar sensin, umutsuzluğumu saran umut sensin!
Ey kainatın gülü seni sevince her mevsim bahar, her yağmur rahmet, her gece gündüz oluyor bana. Seni sevince hayat gül bahçesine dönüyor, dikensiz gül bahçesine… yüreğimde köpük köpük kabaran sevgi tomurcukları oluşuyor. Bu tomurcuklara yüreğimi teslim ediyorum. Bu tomurcuklara kendimi teslim ediyorum…
Sevgi dedim de, hz ebubekir düştü aklıma. Dost ebubekir, sıddık ebubekir… mağaradaki haliniz canlanıyor gözümde. Hani mübarek başını koymuştun ya dostun dizine, o da sen rahatsız olmayasın diye kıpırdamaktan bile çekiniyordu. Ebubekir kalbiyle ve duygularıyla ölçemediği bir ruh halindeydi. Bu an bir ömre bedeldi sanki. Ama birden iliklerine kadar işleyen bir sancı duydu o güzel dost. Bir yılan sokmuştu ayağını. Ama bu sancı engellemedi o anki saadeti. Kıpırdamıyordu, Resulullah rahatsız olmasın diye. Ancak acıya daha fazla dayanamayarak iki damla yaş düşmüştü dostun gözlerinden, mübarek yüzüne. Sadece iki damla… ne güzel sevgi, ne güzel sabır. Sevgili'ye duyulan ne büyük bir muhabbet!
Ey sevgili, hasret kabuğum çatlamak üzere. Damarlarımdaki kan, vuslat için hücuma geçti. Yüreğimdeki sönmek bilmeyen ateş kıvılcımlar saçmaya başladı. Sensizliğin ufkunda kayboluyorum. Nereden estiği bilinmeyen bir fırtınaya yelken açtım gidiyorum. Öyle bir gidiş ki, geri dönmek imkansız…
Ey sultanım, alınlarda pırıl pırıl yanan, ahlakı kur'an olan sultanım. Biz senin gibi sahip çıkamadık çaresizlere, düşkünlere. Senin gibi sevgi gösteremedik onlara. Düşkünlerin kanadı, çaresizlerin ilacı olan sultanım, çöl sıcaklığında bile üşür, üşütür olduk insanları! Oysa biraz sevgi, biraz şefkat, biraz hoşgörü yeterdi.
Hz. Ömer anlatıyor: “Bir gün Resulullah’a (s.a.v.) gittim. Öğle sonrasıydı. Odasında uzanmış dinleniyordu. Ben içeri girince doğruldu. Dikkat ettim. Üzerinde uzandığı hasır, böğründe derin iz yapmıştı. Uzanacağı kalın bir döşeği yoktu. Bu hali görünce ağladım. Benim ağladığımı görünce ‘Neden ağlıyorsun Ömer’ dedi. Dedim ki ‘Ey Allah’ın Resulü! Kisralar -İran kralları-, Kayserler -Roma imparatorları- kuştüyü yataklarda uzanırken sizin bu mütevazı haliniz beni hüzünlendirdi. Zoruma gitti.’ O, gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Ömer! Allah’a yemin ederim ki, isteseydim Allah benim için şu Uhud Dağı’nı altına çevirirdi. Ama ben, bir gölgede dinlenip yoluma devam eden bir yolcu gibiyim. Ötesine ihtiyacım yoktur’.”
Bir çarpışma sonrasıdır. Çarpışma sahasından geçince atların altında kalmış bir çocuk cesedi görür. Muhtemelen annesi tarafından getirilmiş bir çocuk. Kimin çocuğu olduğu belli değil. Nasıl geldiği, nasıl öldüğü de. Ama bu manzarayı görünce, birdenbire irkilir. Yüzünün tümüne derin bir hüzün yansır. Herkesin duyacağı bir sesle haykırır. “İnsanlara ne oluyor ki, kadın ve çocuk öldürüyorlar. Ya Rabbi! Bil ki Muhammed bundan haberdar değildir. Ya Rabbi Muhammed bundan razı değildir.” Bütün bir gün boyu bu hali devam eder. Nihayet arkadaşları O’nun kızgınlık ve hüznünü dindirmek için araştırırlar ve bu çocuğun annesi tarafından savaşa getirilmiş ve mücadele arasında serseri bir darbeyle hatayla öldürülen bir müşrik aileye ait olduğunu öğrenirler. Gelirler ve Hz. Peygamber’e bunu söylerler. “Efendimiz” derler, “bu müşrik bir ailenin çocuğuymuş. Üzülmeyiniz!” Sakinleşeceği umulurken hiddeti daha da artar. Ve şöyle buyurur: “Öyle mi! Demek ki müşrik bir ailenin çocuğu! Ya siz neydiniz. Sizler de müşrik birer ailenin çocukları değil miydiniz?” Hatayla öldürülen bir çocuk karşısında bunca rahatsız oluyordu. Hem de çocuğun ve ailesinin dinini, ırkını hiç merak etmeden, sorgulamadan. Ya bugün: Medeni dünyanın yağdırdığı tonlarca bomba altında, ateşli silahların cehenneme çevirdiği coğrafyada, hayatını kaybeden binlerce masum çocuk! Ya onların adına kim haykıracak. Ya onların adına: Ya Rabbi bunlardan ben sorumlu değilim diye kim söylenecek. Kendilerinden medeniyet, insanlık, adalet, tarafsızlık ve rahmet beklenenler onca kahır sunarken kim, kimi, kime şikâyet edecek?
O’na en büyük düşmanlığı yapan Ebu Cehil ölmüş. İslam’a karşı şiddetli muhalefeti yapanlardan birisi de bu zatın oğlu olan İkrime’dir. Ve İkrime babasının yolundan devam eder. İkrime daha sonraki yıllarda Müslüman olur. Hatta Hz. Peygamber’i ziyarete gideceğini haber verir. Peygamberimiz azılı düşmanının oğlunu ayakta karşılar. Karşı karşıya gelince de kucağını açar ve “Hoş geldin ey yolcu” der. Sevgiyle kucaklar. Hz. İkrime’nin mahcubiyetten dudakları titrer. Ama sonraları iyi bir mümin olur. İşte tam o günlerdir. Hz. Peygamber bir ara sahabesinin Ebu Cehil hakkında ileri geri konuştuklarını duyar. Konuşmaların yapıldığı topluluğa süratle girer. Ve hemen müdahale eder. “Neden Ebu Cehil’in aleyhinde konuşuyorsunuz. Ölüyü çekiştiriyorsunuz. Bu kelimelerin ne faydası var. Siz bu sözlerle sadece sağ olanları -Hz. İkrime’yi kastediyor- üzmekten ileriye gidemezsiniz.” Dengeleri öyle hassas bir çizgiye oturtuyordu ki, en küçük bir ibre kaymasına müsaade etmiyordu.
Bir ağaca bağlanmış, güneşin altında susuz ve aç bırakılmış devenin yanından ayrılmaz. Su ve yem getirtir. Deveyi doyurur, sıcağa karşı da başına su döker. Ve sahibini buluncaya kadar oradan ayrılmaz. Sahibi gelince de: “Sen bu can taşıyandan dolayı Allah’tan korkmazsın. O’nun da senin üzerinde hakkı vardır bilmez misin” buyurur. Deve rahata kavuşunca odasına çekilir.
Gönül dünyama rahmet meltemi estiren elçi, penceremi açan rüzgardan aldım kokunu. O rüzgarda bir kez daha hissettim senin yokluğunu. Bir kez daha sensizliğin soğuk şerbetinden doyasıya içtim. Durmadan kanayan yaramın aslında sensizlik olduğunu bir kez daha hissettim.ey sevgililer sevgilisi gönül kapılarını aralayarak hasret perdesini açıyorum. Hasretin kara saplı bir bıçak gibi sivrilip saplanıyor bağrıma. Çok acı veriyor bana, çok…
Gönüllere sükûnet veren,kalplere sevgisini serpen, "ümmetim, ümmetim!" diyen gönül rehberim, hasretin alevlendi. Yanık yüreğim hasret yumağına döndü. Sen gittin ya ey resul, cürüm tohumları boy saldı bedenlerde. Şehirler, hicretteki mekke sessizliğine büründü. Sevgin beni bir hâl etti.ey sevgili bu nasıl sevgi; sesini duymadan, yüzünü görmeden,gözlerine bakmadan ey sevgili bu ne dehşetli sevgi? Hasretin vurdu tüm gönülleri. Hani baharı sessizce bekler ya tohum, işte öyle bekliyoruz seni ey sevgili. Sevgiyle, hasretle ve umutla…
“Üsve-i Hasene” Uyulacak En Güzel Örnek
“Üsve-i hasene” uyulacak en güzel örnek demektir. Hiç şüphe yok ki hem kişisel ve de sosyal bakımdan İslâm’ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “en güzel örnek” olduğu Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:
﴾لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ﴿21
“Andolsun, Allah’ın Rasulünde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”
Allah Rasulü zaman zaman yokluk sebebiyle uzun süre açlık çekmiş, varlık zamanlarında da iradi olarak azla yetinerek, elindekileri daima ihtiyaç sahiplerine infak etmiştir. Efendimizin bu vasfı, onun zühd hayatının esasını teşkil eder. Ebu Talha (ra) anlatıyor; “Rasul-ü Müctebâ Efendimize açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkes karnına bir taş bağlamıştı. Rasulullah da karnını açtı. Baktık ki O’nda iki taş vardı.” (Tirmizî, Zühd, 39)
Ebu Hureyre (ra)'den nakledildiğine göre, Efendimiz (sav)'e bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedikten sonra; “Elhamdülillah, epey zamandır mideme sıcak bir yemek girmemişti.”dedi. (İbn-i Mâce, Zühd , 10)
Fahr-i Kâinat Efendimiz bu gibi durumlarla nübüvvet hayatı boyunca çokça karşılaşmıştı. Cabir (ra) Hendek Savaşı gününde kazdıkları siperden bahsederken şunları söyler: Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahabeler, Nebiyy-i Ekrem'e gelip, siperde önümüze şu kaya çıktı, dediler. Allah Rasulü;
“Hendeğe Ben ineceğim.” buyurdu. Sonra ayağa kalktı, açlıktan karnına taş bağlamıştı. Üç gün müddetle hiçbir şey yemeksizin orada kalmıştık. Efendimiz kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, kaya un ufak olup kum yığınına döndü. (Buhârî, Mecazi, 29)
Yine bir gün, Hz. Fâtıma pişirdiği çöreğin bir parçasını Rasul-ü Muhterem'e getirmişti. Efendimiz (sav):
“Bu nedir?” diye sorduğunda, kızı Fâtıma,
– Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım çekmedi, dedi. Bunun üzerine Rasul-ü Ekrem:
“Üç günden beri babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak.”buyurdu. (İbn Sa'd)
Görüldüğü gibi İslâm'a davet ve tebliğ, maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamış ve oldukça uzun bir süre böyle devam etmiştir. Efendimiz (sav) söz konusu darlıktan zerre kadar şikâyetçi olmamış, ashabına, çekilen sıkıntıların Allah katındaki ecrini hatırlatarak sabır ve metanet tavsiyesinde bulunmuştur. Mesela Allah Rasulü, namaz esnasında açlığın verdiği takatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak düşüp bayılan Suffe ashabını; “Allah Teâlâ'nın, katında sizin için neler hazırlandığını bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.” (Tirmizî, Zühd, 39) sözleriyle teselli etmiştir.
Aşağıda nakledeceğimiz haber ise, Sevgili Peygamberimiz ve iki güzîde ashabının çektikleri açlığın boyutlarını göstermesi bakımından oldukça manidardır.
Sevgili Peygamberimiz bir gece evinden dışarı çıkmıştı. Bir de baktı ki Ebu Bekir ve Ömer de dışarıdalar. Onlara:
“Bu saatte Sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?”
“Açlık, Ya Rasulullah!” dediler. Peygamberimiz:
“Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki sizi evinizden çıkaran sebep, Beni de evimden çıkardı, haydi kalkınız!” buyurdu. İkisi de kalkıp Rasul-ü Ekrem'le birlikte Ensâr'dan birinin evine geldiler. Fakat o zat evinde değildi. Hanımı Rasulullah'ı görünce:
Hoş geldiniz, buyurunuz, dedi. Efendimiz:
“Falan nerede?”
– Bize tatlı su getirmek için gitti, dedi. Tam o sırada ev sahibi geldi, Onlara şöyle bir baktıktan sonra:
– Allah’a hamdolsun! Bugün, hiç kimse misafir yönünden benden daha bahtiyar değildir, dedi. Hemen gidip içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:
– Buyurunuz, yiyiniz, dedi ve eline bir bıçak aldı. Rasulullah (sav) Efendimiz:
“Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” dedi. Ev sahibi onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Sonra Fahr-i Cihan Efendimiz, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e şöyle dedi:
“Kudretiyle ruhumu elinde tutan Allah’a yemin ederim ki Kıyamet Günü’nde bu nimetlerden sorguya çekileceksiniz. Açlık Sizi evinizden çıkardı, sonra evinize dönmeden şu nimetlere kavuştunuz.”(Müslim, Eşribe, 140)
Allah Rasulü’nün evindeki temel gıda maddelerinin başında hurma, süt ve arpa ekmeği gelmektedir. Ancak hurma ve süt daima bulunmazdı. Nitekim Peygamber Efendimizin hane-i saadetlerinde bir veya iki ay gibi uzun bir süre ateş yanmadığı olmuş, bu esnada aile efradı umumiyetle hurma ve su ile idare etmişlerdir. (Buhârî, Hibe, 1) Yine Aişe Validemizden nakledildiğine göre Peygamberimizin ailesinin iki gün arka arkaya arpa ekmeğiyle, bir başka rivayette de üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadığı ifade edilmektedir. (Müslim, Zühd, 20–22)
Rasul-ü Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sahip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir temayül içinde olmamıştır. İnsanlar açlık çekmişse, buna herkesten çok kendisi ve ailesi maruz kalmıştır. Oysa Cenab-ı Hak tarafından Rasulullah'a, dilerse kendisi için Mekke vadisinin altına çevrilmesi teklif edilmişti. Ancak O, bu teklifi kabul etmeyerek bir gün tok, bir gün aç kalmayı tercih etmiş ve “Allah’ım! Acıktığım zaman Sana tazarru ve niyazda bulunurum, doyduğumda ise Sana hamd ve sena ederim.” (Tirmizî, Zühd, 35) diyerek mucizevî ve imtiyazlı bir hayat tarzı istememiş, içtimai kanunlar neyi gerektiriyorsa ona uygun bir yaşayışı Rabbi'nden niyaz etmiştir.
Bununla birlikte Fahr-i Kâinat (sav)'in hayat tarzının temelinde, yokluğa teslim olmama ve yokluk karşısında bile aynen varlıklı insanlar gibi haysiyetini koruma gayreti bulunmaktadır. Yani O’nun sünnetinde, yokluk karşısında bir bakıma yıkılan, bunalan, ümitsizliğe kapılan isyankâr ve mutsuz insan tasviri değil, her şeye rağmen ayakta durabilen, metanetli, iyimser ve ümidini yitirmemiş mutlu insan misali verilmiştir. Zira îsâr, infak, sabır, şükür, istiğna ve tevekkül gibi nebevî hasletler, bu maksada yöneliktir.
Cabir (ra)’ın anlattığına göre, bir gün Rasulullah (sav) Efendimiz, ailesine katık sormuş ancak kendisine evde sirkeden başka bir şey bulunmadığı söylenince onu istemiş, ardından; “Sirke ne iyi katıktır! Sirke ne güzel katıktır!” diyerek yemeye başlamıştır. (Müslim, Eşribe, 166)
Bir defasında da Rasulullah (sav) bir parça arpa ekmeği almış, üzerine bir hurma koymuş ve şöyle demiştir; “Bu hurma şu ekmeğe katıktır. ” (Ebu Dâvûd, Et'ime, 41)
Rasulullah (sav) Efendimizin aile fertlerini tamamen aç bırakması gibi bir durum da akla gelmemelidir. Efendimiz hicrî dördüncü yılda kendisine hibe edilen Nadir oğulları hurmalığından elde ettiği mahsulü satar ve bu paradan ailesinin bir yıllık ihtiyacını ayırırdı. (Buhârî, Nafakât, 2) Peygamber (sav)'in ailesinin sağmal hayvanlarından bahseden Ümmü Seleme Validemiz ise; “Geçimimizin büyük bir kısmı develerden ve koyunlardandı.” demiştir. (İbn-i Sa'd, I, 496)
Ne var ki Sevgili Peygamberimizin aile fertleri dışında dullar, muhtaçlar ve Mescid-i Nebevî'nin suffasında kalan ilim ve ibadetle meşgul, yersiz yurtsuz fakir kimseler de O’nun desteğiyle hayatlarını idame ettirmekteydi. O, bir devlet başkanı sorumluluğu ile bunların nafakasını, kendi aile fertlerininki gibi düşünmekteydi. Nitekim Ebu Hureyre'ye Efendimizin nasıl açlık çektiği sorulduğunda, şu açıklamada bulunmuştur:
“Bu durum O’nun etrafını saran kimselerin ve misafirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zira Rasulullah (sav) beraberinde bir kısım ashabı ve mescitteki ihtiyaç sahipleri olmadan asla yemek yemezdi. Allah-ü Teâlâ, Hayber'in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Sa'd, I, 409)
Ashâb-ı suffe Müslümanların daimi konuklarıydı. Onların ne sığınacak aileleri ne de malları vardı. Peygamber Efendimize bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi hiçbir şey almazdı. Şayet gelen hediye ise ondan bir parça alır, kalanını suffe ehline gönderirdi. (Buhârî, Rikâk, 17) Dolayısıyla Rasulullah'ın sofrasında uzun müddet su ve hurmadan başka bir yiyeceğin bulunmayışı ve O’nun çoğu zaman açlık çekmesinin sebebi, elinde bulundurduklarını hiçbir rızık endişesi taşımadan ihtiyaç sahipleriyle paylaşmasıdır. Yani Rasul-ü Ekrem Efendimizin hayat boyu geçim sıkıntısı içerisinde yaşaması, yukarıda dikkat çekildiği gibi genel olarak yokluktan değil, muhtaçların çokluğundan kaynaklanmaktaydı. Böylece Peygamberimiz (sav):
“Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse gerçek mümin değildir.”( Hâkim, II, 15) sözlü beyanlarını fiilî olarak da uygulamıştır.
Netice itibariyle, Rasulullah (sav) Efendimiz ve O’na tâbi olan ashabın, gerek yokluk gerekse varlık anlarında uzun süreli açlık çekmeleri ve azla yetinmeleri, zühd anlayışlarının dikkat çeken bir yönüdür.
HİFÂ İLE SÜHEYB (r.a.)
"İmanın yarısı sabır, diğer yarısı ise şükürdür." (Beyhakî)
Kadın Sahabelerden Hifâ Hatun (r.anhâ), bir gün Peygamber Efendimiz' in (s.a.v.) huzuruna gelerek, "Ey Allah' ın Resûlü! Bana, beni cennete götürecek bir iş (amel ) "öğret" dedi. Bu arzu ve isteği üzerine Resûlullah (s.a.v.) :
"Önce bir erkekle evlenmen lâzımdır. Bununla dinin yarısını emniyete alırısın." buyurdu.Bu emir üzerine: "Ey Allah' ın Resûlü! Dengim kim olabilir? Bana Habeşistan hükümdârı Melik Necâşi evlenme teklifinde bulundu. Fakat, ben onun bu teklifini kabul etmeyip, geri çevirdim. Hatta yüz deve ile bir çok ziynetler veren de oldu. Onu da kabul etmedim. Bu gün ise ahirette kurtuluşun evlenmekte olduğunu buyuruyorsunuz. Ya Resûlullah! Siz kimi beğenip, uygun görürseniz, ben ona râzıyım" dedi.
Resûlullah (s.a.v.), Hifâ Hatun' a Sahabeden kimin ismini verirse, diğerlerinin ümitsiz olacağını anlayıp, " Mescide en evvel kim gelirse, onunla evlen." buyurdu. Sahabelerin hepsi bu duruma râzı oldu. Allah, Ashâba öyle bir uyku verdi ki, hiç bir sahabe erken uyanamadı. Resûlullah (s.a.v.) önce kimin geleceğini merakla bekliyordu. Birdenbire Süheyb (r.a.) göründü. Süheyb, kimsesi olmayan, fakir, rengi siyaha yakın, görünüşü güzel olmayan, uzun boylu, zayıf ve çelimsiz, ince yapılı bir sahabeydi. Hifâ Hatun ise, son derece güzel ve zengindi.
Namazdan sonra Hifâ Hatun (r.anhâ), Allah'ın kazasına râzı olduğunu, Hz Resûlullah' a (s.a.v.) arz etti. Resûlullah (s.a.v.) bu durum üzerine hutbe okudu, nikah akdi yapıldı ve; " Ey Süheyb! Kalk bu hanımın için bir şey al. Hanımının elinden tut, evine götür." buyurdu. Süheyb (r.a.); " Ya Resûlullah! Dünyalık olarak yanımda ne bir dirhem gümüşüm, ne de içinde yatacak ve barınacak bir evim var. Benim evim mesciddir." dedi.
Bunları işiten Hifâ Hatun (r.a.), Süheyb' e (r.a.) on bin dirhem gümüşlük bir kese göndererek, filanca yerdeki hazır konağı da ona hediye ettiğini bildirdi ve Süheyb'in kendisini götürmesini istedi.
Resûllullah (s.a.v.) onlara çok duâ etti. Sahabeler de, Hifâ Hatunun bu hareketini çok övüp, Allah' a şükrettiler. Süheyb ve Hifâ Hatun kalkıp konağa gittiler. Yemekten sonra, yatma vaktinde, Hifâ Hatun (r.a.):
"Ey Süheyb! İyi bil ki, ben sana nimetim, sen bana imtihan sebebisin.Sen bu nimete şükür, ben bu imtihana sabır için, gel, bu geceyi ibadet ve dua ile geçirelim. Sen şükür ediciler, ben de sabrediciler sevabına kavuşalım. Çünkü Resûlullah (s.a.v) " Cennet'te yüksek çardak vardır. Burada yanlız şükredenler ve sabredenler bulunur" buyurdu. Zifaf gecesi ikisi de Allah' a karşı ibadet ve dua ettiler. Süheyb (r.a.), Mescide geldi.
Cebrâil (a.s.) geceki durumdan Hz. Resûlullah' ı haberdar etti.Cennet ve Cemâl-i İlahi ile müjde verdi.
Resûllullah (s.a.v.); "Ey Süheyb, gecedeki halinizi, sen mi anlatırsın, ben mi söyliyeyim?" buyurunca Süheyb (r.a.) "Ya Resûllullah siz söyleyiniz." dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Siz Cennetliksizin ve Allah' ı göreceksiniz." müjdesini verdi. Süheyb (r.a.) sevincinden, Allah' ı görmek ve O' na kavuşmak aşkından secdeye kapanarak şöyle dua etti;
" Ya Rabbi! Eğer beni mağfiret ettiysen, günahlara bulaşmadan ruhumu al." dedi. Allah onun bu duasını kabul ederek, secdede ruhunu aldı.Sahabeler bu duruma ağladı. Resûllullah (s.a.v.):"Daha şaşılacak şey Hifâ' nın da bu anda ruhunu Hakk'a teslim etmiş olmasıdır. " buyurdu. Her ikisinin de namazını kılarak yan yana defnettiler. Başları ucuna iki tahta diktiler. Tahtanın birine;"Bu Allah' ın nimetine şükredenin kabridir." Diğerine de; "Bu Allah' ın imtihanına sabredenin kabridir." diye yazdılar.
İşte Rabb-i Rahim'e ve O' nun Şanlı Elçisinin tavsiyesine uymak için sabrı ve şükrü seçenlerin kanaat ve teşekkür fotoğrafı. Bu fotoğraf öylesine Rıza-i İlahiyi arayan fotoğraftır ki, hem Cenneti hem Cemalullahı meyva vermiştir. Ne dersiniz kaderden gelen ve hakkımızda takdir edilenlere bir taraftan kanaat ve sabır diğer taraftan şükürle mukabele edebiliyor muyuz?
Hayattaki başarıları ve güzel hadiseleri kendimize verip öğünürken, başarısızlıkları ve kötü gibi görünen hadiseleri de kadere veya başka sebeblere verip şikâyet ederek isyanvari hallere mi giriyoruz?
MEVLANA HAZRETLERİNİN BİR MÜRŞİDE KAMİLE TABİ OLMASI
Yaşatan ve öldüren, aziz ve zelil eden, bütün mahlûkat üzere hiç şüphesiz tasarruf eden Mevlayı Zülcelâl Hazretleri, insanoğlundan bir kısmını, İlahi sırlar ile donatarak yüceltmiş ve zatına yakın kılmıştır. Ayeti kerimede Cenab-ı Hakk:
“İyi bilin ki Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar. Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler vardır.” (Yunus-62.63.64) buyurarak onlardan bahsetmektedir.
Allah’ın dostları her dönemde vâr olmuş ve vâr olmaya devam etmektedir. Nice sultanlar, devlet büyükleri, zenginler… vb. dünyada yaşamış ancak çok kısa bir süre sonra isimleri, varlıkları dahi unutulmuştur. Ancak Allah’ın dostları hiçbir zaman unutulmamış dillerden dillere gönüllerden gönüllere anlatılarak, özlenerek yaşatılmıştır. Mevlana Hazretleri buna işaretle;
“Arama türbemizi başka yerde; ehli dil sinelerinde yeri var kabrimizin” buyurmaktadır.
Mevlana Hazretleri; nakli, akli, kesbî ve keşfî bütün ilimlerde eşi benzeri bulunmayan bir Allah dostudur. Daha küçük yaşlarından itibaren manevi keşif ve kerametleri zuhur etmiş, nice büyük zâtların müjdesine nail olmuştur. Bir nükte ile ifade edecek olursak:
Mevlana Hazretlerinin çocukluk günleri, Belh’te babasının yetişkin dervişlerinin arasında geçiyordu. O’nun yüksek istidadı ve İlâhî sırlara aşinalığı emsallerinin ötesinde birçok âlimin dahi idrakine sığmıyordu. O küçük yaşlarında bile yaşıtları gibi oyun oynamanın aksine Allah’ın zikredildiği meclisleri arar, daima Allah-ü Teâlâ Hazretlerini zikrederek, Rasulullah (sav) Efendimizin aşkıyla gözyaşı dökerdi. Her fırsatta babası Bahaddin Veled Hazretlerinin dervişlerinin toplandığı İlâhî meclislere iştirak eder, bu meclislerin İlâhî feyzinden istifade ederdi. Daha çocuk yaşlarda idi. Nişabur’da bulundukları bir sırada bir rüya gördü. Rüyasında gayet nurani bir ihtiyarın kendisine altı adet dalı olan bir gül verdiğini babası Sultanü’l Ulema Hazretlerine anlattı.
Babası Sultanü’l Ulema oğlunun rüyasını tabir edip: “Oğlum, Sana rüyanda verilen altı dallı gül, Senin altı ciltlik bir kitap sahibi olacağına işarettir.” buyurdular.
Bunlar bu müzakerede iken, Feridüddin Attar Hazretleri yanlarına gelerek, "altı dallı gülün sırrına ulaşıncaya kadar bu kitap ile meşgul olursun" diyerek, Hz. Mevlana’ya Esrarname (Mantık-ut-Tayr) isimli kitabı hediye edip, Mevlana Hazretlerinin gördüğü rüyayı keşfen bilmiştir. Meğer Mevlana Hazretlerinin rüyasında kendisine altı dallı gülü veren ihtiyar, Feridüddin Attar Hazretleri imiş. (Allah cc. hepsinden razı olsun).
Hz. Mevlana’nın daha sonra Mesnevi’sinde çokça faydalandığı bu eserin sahibi Şeyh Attar Hazretleri, Bahaddin Veled Hazretlerine:
“Umarım ki Senin bu oğlun, âlemde yanacak gönülleri yakın zamanda ateşleyecektir.” diye sohbetleri esnasında müjde vermiştir. Nihayet buradan ayrılık vakti geldiğinde ise Şeyh Attar Hazretleri yaşlı gözlerle kervanı uğurlarken küçük Celaleddin’i kastederek: “Hayret bir ırmak kocaman bir okyanusu peşine takmış götürüyor…” diyerek, Mevlana’ya karşı hayranlığını dile getirmiştir.
Böylece Allah dostlarının müjdesini ve duasını alan Mevlana Hazretleri küçük yaşlarından itibaren ilmi eğitimine başlamıştır. O kadar ki ilmî sahada akılların alamayacağı derecede yüksek bir dereceye ulaşmıştır ki daha öğreneceği hiçbir şey kalmamıştır. Şam’daki hocasının, senin artık öğreneceğin hiçbir şey kalmadı, şeklindeki ifadesi bunu çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkarmaktadır. Burada şu hususa dikkat edilmelidir ki Mevlana Hazretlerinin zahiri sahada öğreneceği bir ilim kalmamıştır. Ancak O Âlimler Sultanı, “Ledün İlmi” olarak bilinen Kur’an-ı Kerim’de Musa ve Hızır (as) bahsinde, “Biz, katımızdan ona rahmet ihsan etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.” (Kehf/65) ifadesiyle haber verilen manevi ilimden yoksundu. Ne zamanki ilmi ledün sırlarıyla mücehhez, Marifetullah sırrına ermiş, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarında fânî olarak peygamber varisliği makamıyla şereflenmiş Şemsi Tebrizi Hazretlerinin manevi terbiyesi altına girdi, işte o zaman maddeden mânâya ermeye yani Cenab-ı Hakk’ın ilahi saltanatını gönül aynasından seyretmeye başladı. Şemsi Tebrizi Hazretlerinin Mevlana Hazretlerine öğrettiği, tozlu raflarda, kitaplar arasında, dilden dile süregelen rivayetler içerisinde nakledile gelen bilgilerin çok ötesindeydi.
Bir gün tekkede büyük bir, Post’a oturma töreni vardı ve bir ulu kişiye şeyhlik rütbesini vereceklerdi. Bütün bilginler, arifler, şeyhler, filozoflar, emirler ve ileri gelen kimseler o toplantıda hazır olmuşlardı. Şems Hz.leri ve Mevlana Hz.leri de o toplantıya davet edilmişler ve birlikte giderek bir köşeye oturmuşlardı. Salonu dolduran bütün ulu kişiler, her biri muhtelif ilim ve fenlerden sözler söylüyorlar ve tatlı mübahaselerde (çeşitli bahislerde) bulunuyorlardı. Bütün bunları sessiz sedasız dinleyen Şems Hazretleri, bir ara dayanamayarak yerinden kalktı ve onlara: “Ne zamana kadar, şundan bundan rivayet edip, övünecek ve atsız eğere binip, erlerin meydanında koşacaksınız? İçinizde: Kalbim bana rabbimden bu haberi veriyor diyecek kimse yok mu ve ne zamana kadar, başkalarının asasıyla, ayakta yürüyeceksiniz? Hadisten, tefsirden, hikmetten vesaireden (nakden) söylediğiniz sözler, o zamanda yaşayan ve her biri kendi asrında erlik makamında oturan erlerin sözleridir. Mademki bu asrın erlerisiniz; o halde, sizin sırlarınız ve sözleriniz nerede?” diye ilave etti. Bunun üzerine hepsi de susmuş, utandıklarından başlarını öne eğmişlerdi.
Şems Hazretleri ilmi ledün sırlarından onlara uzunca sohbet etti. Sözlerinin sonunda:
“Hz.Peygamber’e Cebrail vasıtasıyla vahyedildiği gibi, kalbinin de vahyi vardır... Veli de böyledir: “Benim öyle bir zamanım vardır ki o zamanda; Benim ile O’nun arasına Allah’ın elçilerinden ve Allah’ın yakın meleklerinden biri giremez” ve yine: “Allah, Ömer’in dili ile konuşur.” sözünün manası, size yüzünü göstermemiştir. Bu mananın yüz gösterdiği kimseye de, insanlar teveccüh etmişlerdir”, dedi.
Bu sözleri işitenlerden, Şems Hazretlerine karşı kötü tavırlar sergileyen birçok kimse, Şems Hazretlerinin engin ilmi ve maneviyatına hayran olarak oldular ve birçok kimse O’na intisap etti.
İşte Şems Hazretlerinin Mevlana Hazretlerine öğretmiş olduğu, Molla Celaleddin’i, Âşıklar Eri Mevlana Celaleddin Rumi yapan ilim, ledün ilmi idi. Peki Mevlana Hazretlerinin bu ilme varis olması ve mürşid-i kâmillik yani peygamber varisliği makamına ulaşması nasıl oldu?
Günümüzde Mevlana Hazretleri manevi yönünden daha ziyade hümanistlik, hoşgörü, aşk, sema merkezli sevgi yelpazesi altında çok büyük bir âlim olarak ifade edilmektedir. O’nun Allah-ü Teâlâ Hazretlerine karşı bağlılığı, ömrünün her anını Cenab-ı Hakk’ın yoluna feda edişi, Rasulullah (sav) Efendimizin emirleri karşısındaki titizliği ve hassasiyeti hiç mevzu bahis edilmemektedir. Kimse O’nun davet etmiş olduğu İslam’a hizmet ve ilahi emirlere itaat yoluna koşmamaktadır. Oysaki Mevlana Hazretlerinin bütün zerreleri Allah’ın aşkı ile dolu, her bir fiili, Sünneti Rasulullah’a kusursuz uygun idi. Ömrünü zikrullah halakalarında Allah’ı zikretmekle geçiren Mevlana Hazretlerinin aşkının kaynağı da yapmış olduğu zikrullahtır. Şems Hazretlerinin O’na telkin etmiş olduğu ve manen yetiştirmesi, Mevlana Hazretlerini Rasulullah (sav) Efendimizin ahlakını tatbik ettirmek suretiyle olmuştur.
Bir gün Mevlana Hazretlerine soruyorlar; "Efendim Siz Şems-i Tebrizi Hz.leri gelmeden evvel kimsenin şüphesi olmayacağı dört dörtlük bir mü'mindin, müderristin, Sen zaten her şeyi biliyordun, din ve fen ilimlerinde zirveydin, “Peki, Senin ibadetlerinde bir eksiklik mi vardı?”, dediler. Mevlâna Hz.leri:
“Hayır”, diye cevap verdi.
“Peki, Sen Şems Hazretlerinden ne öğrendin ki böyle perişansın, şu haline bak, tenin sararmış, belin bükülmüş, zayıflamışsın… Şems Sana ne öğretti?
İşte o zaman Mevlâna Hazretleri bir mürşidi kâmile tabi olmanın ehemmiyet ve faziletini ifade eden, mânâ ilimlerinin ve Tasavvuf’un özünü izah eden şu muhteşem açıklamayı yaptı:
— Evet, dediklerinizin hepsi doğru... Ama Ben Şems'e rastlamadan önce üşüdüğüm zaman ocağa birkaç odun atar ısınırdım. Artık ne kadar odun atsam da ısınamıyorum. Biliyorum ki ümmeti Muhammed’den üşüyenler var! Eskiden açken bir tas çorba içince doyardım. Ama şimdi ne kadar çorba içsem de doymuyorum. Biliyorum ki ümmeti Muhammed’den aç olanlar var. İşte Şems Bana bunu öğretti. Anladım ki Üstadım Şems’in Bana öğrettiği Fahri Kâinat Efendimizin ahlâkının tâ kendisidir.
Kim ki Rasulullah (sav) Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmak isterse her ne olursa olsun bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışması şarttır. Mevlana Hazretlerinin, “Ayım Şems, Günüm Şems, Hayatım Şems; Sen olmasa idin ne Allah’ı (cc) ne de Muhammed’i (sav) bulurdum.”sözleri bunu çok manalı bir şekilde ifade etmektedir.
Günümüzde bazı sapık fikirli insanlar Şems Hazretleri ile Mevlana Hazretleri hakkında gayri ahlakî söylemlerde bulunmaktadırlar. Şunda hiçbir şüphe yoktur ki O yüce zâtlardan bahsederken Kur’an ve Sünnet’e muhalif her hangi bir ifade kullanmak muhakkak ki en büyük alçaklıklardandır. Zira Mevlana Hazretleri böyle kimselerin olacağını kerameten bilerek yüzyıllar öncesinden; “Ben Kuran’ın bendesiyim. Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın ayağının tozuyum. Kim bunun gayrısında Bana bir şey isnat edecek olur ise, ondan da söylediğinden de bizarım.”, buyurarak bu kişilere meydan okumaktadır.
Mevlana Hazretlerini anlamak için O’nun davet etmiş olduğu saadet kervanına İslam’ın emir ve yasaklarına sımsıkı yapışmak gereklidir. Mevlana Hazretleri ne bir şair, ne bir filozof vb. değildir. O Allah’ın dostu, Muhammed-ül Mustafa (sav)’nın varisi, aşk yolunun piri emsalsiz bir şahsiyettir. O; yüzyıllardır ve daha nice yüzyıllar boyunca bütün dünya âlimlerinin, ediplerinin, tanınmış şahsiyetlerin, nice insanın eşiğine baş koyacağı, vesilesiyle Allah’a kurbiyyet peyda edeceği, günahlarından arınacağı şefkat ve merhamet deryasıdır. Dolayısıyla O’nu anlamak Allah’a itaat ile olur.
Bir gün, Sa'îd-i Şehîd Kadı Necmeddin, büyük bir toplantıda Mevlana Hazretlerinin faziletlerini beyan etmek maksadıyla şu latifeyi anlattı:
Bütün dünyada genel olan üç şey vardı. Bu üç şey Mevlânâ'ya nispet edildikten sonra özel bir anlam kazandı ve bütün insanlık bunu benimsedi. Bunlardan biri "Mesnevi"dir. Eskiden her (kafiyeli) iki mısraya Mesnevi derlerdi; fakat zamanımızda Mesnevi denilince akla hemen Mevlânâ'nın Mesnevisi gelir. İkincisi eskiden bütün bilginlere "Mevlânâ" diyorlardı, fakat bugün Mevlânâ denilince sadece Mevlânâ Hazretleri anlaşılır. Üçüncüsü de her mezara eskiden türbe derlerdi; bugün hangi türbe anılsa veya söylense akla Mevlânâ’nın türbesi gelir.
Mevlana Hazretlerinin faziletlerine binayen nakledilen diğer bir hadise: Sultan Veled Hz.leri şöyle nakletmiştir:
Ben Konya'da Medineyi Münevvere seyyitlerinden aziz bir zat gördüm. Bu zat sarığını “Mevlevi Üslubu” üzere sarmış ve bir karış kadar omuz başına doğru bırakmış. Kendisine hitaben: “Ya seyyid! Bu şekilde sarık sarmayı Ben hiç bir meşayıhda görmedim, bu üslup ancak Mevlevilerde vardır” dedim. O efendi hayret edip Beni acepledi ve Bana cevaben: “Biz aba-ü ecdadımızdan böyle işitmişizdir ki Habib-i Ekrem (sav) Miraç gecesi Arş’ın altında bir suret müşahede etmiş, Cennet hulleleri giyinmiş ve başına sarık sarınmış, sarığın ucunu da bir karış kadar aşağı bırakmış. Nazar-ı dikkatini çeken bu suret, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin çok hoşuna gittiği için Cebrail'e sormuş; “Ya kardeşim Cebrail, bu suret Benim çok ilgimi çekti, enbiya veyahut evliya ruhu mudur?” deyince Cebrail (as) haber verip, bu suret Ebu Bekir Sıddık (ra)’ın evladından Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin ruhudur. Her hususta Senin yolunda olup; Şeriat, Tarikat, zühd-ü takva ve ahlak yönünden Seni örnek edinip, din-i mübin-i İslam’da bütün olgunlukları kendinde toplayıp (Ma min nebiyyin illa ve lehü naziyrun fiy ümmetihi) fevhasınca Senin sünnetin üzere hareket etse gerektir.” demiştir. Peygamber Efendimiz (sav) de hoşuna gittiğini beyan ederek sarığını o şekilde sarınıp miracdan geri dönmüştür. Ve bir karış kadar aşağı bırakmıştır. Biz de hala icra ederiz” demiştir.
Mevlana Hazretleri işte böyle muazzam bir dost manevi bir er idi. O’nun bu şekilde anlatılacak nice harikulade halleri var idi. Rabbimizden duamız bizleri de o Allah’ın yüce dostunun ahlakıyla ahlaklananlardan eylesin ve inşallah bizlere de onların yoluna tabi olmayı nasip ve müyesser eylesin…
ALLAH İLE DUYMAK, ALLAH İLE GÖRMEK, ALLAH İLE TUTMAK, ALLAH İLE YÜRÜMEK
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayetle, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:“Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum.”
Efendimiz s.a.v.: “Müminin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.” buyurmuştur. Peki “feraset” nedir ve bir müslüman, müminin ferasetinden, onun kendisinin bâtınındaki hali bilmesinden niçin ve nasıl sakınacaktır?
Sâdât-ı Kirâm’dan Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî k.s. hazretleri Buhara’da mürit ve muhipleriyle velilik halleri üzerine sohbet ediyordu. Sohbet halkasına elinde tesbih, sırtında dervişlik hırkası, omuzunda seccade olan bir genç de dahil olmuş, can kulağı ile Hâce’yi dinlemekteydi. Meclistekilerin ilk defa gördükleri bu genç, bir müddet sonra sual sormak için müsaade aldı ve son derece hürmetkâr bir eda ile şöyle dedi:
– Efendim, malumunuz, Hz. Peygamber s.a.v., “Müminin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifin sırrı nedir acaba?
Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî k.s. bu gence kısa bir süre heybetle nazar eyledikten sonra sert bir tonla:
– Sen önce belindeki zünnarı kesip imana gel, müslüman ol ki bu hadis-i şerifin sırrı tecelli etsin, buyurdu.
Hâce’nin bu tavrı ve sözleri oradaki herkesi şaşırttı. Zünnar, papazların, ucunu önden sarkıtarak bellerine bağladıkları örme bir kuşaktı ve tıpkı haç gibi hıristiyanlık alametiydi çünkü. Halbuki bu genç müslüman bir derviş kıyafeti içindeydi. Nitekim inkâra yeltendi ama yakınında bulunan birkaç kişi gencin üzerindeki hırkayı çıkarınca, düğüm düğüm ederek gizlemeye çalıştığı zünnarının belinde bağlı olduğu görüldü. Aslında hıristiyan olan bu genç, müminin ferasetindeki isabeti şimdi bizzat yaşayarak öğrenmişti. Af diledi, zünnarını çözüp attı, kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Bunun üzerine Hâce hazretleri etrafındakilere döndü, buyurdu ki:
– Ey dostlar! Bu genç zünnarını kesti, müslüman oldu. Gelin sizler de kalplerinizdeki zünnarı kesip iman edin. Kalpteki zünnar kibir ve gururdur. Bunları çözüp atmadıkça ahdine sadık bir mümin olamazsınız!
Demek ki Allah Rasulü s.a.v.’in “Müminin ferasetinden sakının” ikazı, kâmil müminin nazarından uzak durmaya değil, kalbin kötülenmiş hallerinden kurtulmaya davettir. Kaldı ki Allah dostlarının ferasetindeki keskinlik ve isabet, esas itibariyle daha kesin bir hakikate, temel bir akideye işarettir. O hakikat, feraset “nur”unun kaynağının, asıl sahibinin, bize şahdamarımızdan daha yakın olan Hâlık’ımızın, bizim zahirimizi de bâtınımızı da bildiğidir. Çünkü O Basîr’dir, yani görür; Habîr’dir; yani haberdardır, aşikâr olanı da bilir, gizleneni de.
Menkıbelerde, sakındırıldığımız kötü hallerden bilhassa kibir ve gururun ön plana çıkarılması başka bir ikazdır müslümana. Rivayete göre zünnar eğilmeye ve secdeye mani olduğundan, papazlar bunu rükû ve secde etmediklerini göstermek için takarlarmış. Kibir ve gurur da böyledir. Bu hastalıklarla sarılmış bir kalbin sahibi de Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azameti karşısında can u gönülden, huşu ile eğilmez, eğilemez. Zanlarıyla, nefsinin arzularıyla hareket eder, benlik davası güder. Kendince ahkâm keser, kimseleri beğenmez. Gururu nasihat almayı engeller, kibri başka türlü görünmeyi meşrulaştırır. Ve sonunda dünya imtihanını kaybedenlerden olur.
Sakındırıldığımız budur aslında. Nasıl görünmek istiyorsak öyle olmaya gayret edelim.
TESLİM OLUŞ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile
Allah'ın Rahmeti, Bereketi, İnayeti, İnamı ve İhsanı; iman edip hayır amel işleyenlerin üzerine olsun.
Kainati ve içindekilerini yok tan var eden Allah' tır.Hiç bir şey yok ken Allah vardı.Allah zaman ve mekandan münezzehtir, zamanı ve mekanı da yaratan O' dur.Her şey O' nun dilemesi ile olmuştur.Allah' ın yarattıklarına ihtiyacı yoktur.Yarattıklarının hepsi O' na muhtaçtır.Allah her şeyi bir nizam ve ölçü içerisinde bir gaye üzerine yaratmıştır.Şöyle bir etrafına baktığın zaman hiç bir şeyi gayesiz ve nizamsız göremezsin.Dünyayı insanlar için bir durak kılmıştır.İnsanların yaradılış gayesi Allah' a kul olmaktır.Kul olmak ise O' na kayıtsız şartsız teslim olmakla olur.Allah' a teslimiyet ise Hz.İbrahim ve oğlu İsmail ' in teslimiyeti gibi olmalı.
Târih, Peygamber Efendimiz'in cedd-i âlîsi, Kabe-i Muazzama’nın bânisi, Hz. İbrâhim’in devriydi. Nemrud’un ateşinden kurtulmuş olan Hz. İbrâhim, insanlığı, Allah’a kul olmaya dâvet ediyordu. Bu uğurda canını ve malını hiçe sayma fedâkârlığını gösteren Hz. İbrâhim, Allah tarafından yeni bir imtihana çekilecekti.
Aradan seneler geçmesine rağmen, evlâdı olmamıştı. Evlat arzusu içinde olduğu bir sırada, melekler Hz. Allaha;
‘Yarabbi Halilin İbrahimin kendisi var malı var hanımı var bu kadar meşkuliyyetin içinde sana nasıl halil oldu?’ diye sorar.Cenabı Hak´da:
“ Ben kulumun suretine ve malına bakmam kalbine ve ameline bakarım. Benim halilimin kalbinde benden başkasının sevgisi yoktur buyurdu .İsterseniz gidiniz imtihan ediniz.”
Cebrail (A.s.) insan suretinde geldi, o zaman İbrahim (A.s.)' ın 12 bin çoban ve av köpeği vardı hepsinin boynundaki tasmalar altın ve gümüşdendi. Artık ne kadar sürüsünün olduğunu siz düşününüz. İbrahim (A.s.) Şöyle yüksek bir yere çıkmış koyunlarını gözetliyordu.Cebrail (A.s.) selam verdi. İbrahim (A.s.) selamı aldıkdan sonra Cebrail (A.s.)
-“Bunlar kimin?” diye sordu. İbrahim (A.s).
-“Hazreti Allah’ındır amma benim elimde emanettir” dedi.Cebrail (A.s) :
-“Bunlardan bir tane bana verirmisin?” dedi.
İbrahim (A.s.):
-“Hz Allah’ ı bir defa zikir et üçde birini al buyurdu.” Melek:
-(Subbuhun guddusun Rabbuna ve Rabbul melaiketi verruhu)diye zikir etti. Üçde birini aldı,
İbrahim (A.s):
-“Bir daha zikir et üçde birinide al” dedi Melek tekrar zikir etti geri kalan üçde birinide aldı .
İbrahim (A.s.) :
-“Bir daha zikir et hepsini al” buyurdu. Melek bir daha zikir etti hepsini aldı.
İbrahim (A.s.)
-“Bir daha zikir et bende senin kölen olayım” buyurdu.
Cenabı hak:
– ‘Ey Cebrail Halilimi nasıl buldun’ dedi.
Cebrail (A.s):
‘Yarabbi ne güzel kul ne güzel halil imiş’ dedi.
İbrahim (A.s.) çobanları çağırdı ‘sürüyü bu misafirin arkasından sürünüz artık bu mal benim değil sizler dahil hepiniz bunun malısınız’ buyurunca Cebrail (A.s.) kendisinin melek oldugunu açığa çıkardı ‘Ben meleğim bana lazım değil imtihan için geldim’ dedi.
İbrahim (A.s.) ‘Ben Hz. Allah' ın haliliyim verdiğim malı geri almam’; deyince Cenabı hak vahy ederek:
– ‘Ya İbrahim onları al, Allah yolunda infak yap ve vakıf eyle dedi ve İbrahim (A.s).da hepsini vakfetti.
Hz. İbrâhim’in yanına gelerek sorarlar: “Yâ İbrâhîm! Hz. Allah sana bu kadar nimetler ihsan etmişken, sen bu nimetleri Hz.Allah yolunda hiç düşünmeden harcıyorsun. Kalbine hiç bir şey gelmiyormu?’ diye sormaları üzerine verdiği Cevap düşündürücüdür:
-“Değil malımı fedâ etmek, bana sâlih bir evlat verse, onu bile yolunda fedâ edebilirim.” İşte bu söz kayda geçmiş idi.
Evladı olmayan İbrahim (A.s.) O günlerde ‘Ey Rabbim bana salihlerden olacak bir evlad ihsan eyle’ diye dua ediyordu. İşte o sırada aşağıdaki ayeti celilede ifade edildiği gibi melekler gelerek evlad müjdesini verdi.Cenabı hak bu hususu şöyle haber veriyor.
بسم اللَهِ الرحمن الرحيم
وَنَبِّئْهُمْ عَن ضَيْفِ إِبْراَهِيمَ إِذْ دَخَلُواْ عَلَيْهِ فَقَالُواْ سَلامًا قَالَ إِنَّا مِنكُمْ وَجِلُون
قَالُواْ لاَ تَوْجَلْ إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلامٍ عَلِيمٍ قَالَ أَبَشَّرْتُمُونِي عَلَى أَن مَّسَّنِيَ الْكِبَرُ فَبِمَ تُبَشِّرُونَ
قَالُواْ بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُن مِّنَ الْقَانِطِينَ قَالَ وَمَن يَقْنَطُ مِن رَّحْمَةِ رَبِّهِ إِلاَّ الضَّآلُّونَ
Meali: Onlara İbrahim’in misafirlerinden de haber ver. Hani misafirler İbrahim’in yanına girmiş ve “Selâm” demişlerdi. O da, “Gerçekten biz sizden korkuyoruz” demişti. Onlar, “Korkma, biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz” dediler. İbrahim, “Bana yaşlılık gelip çatmış iken beni mi müjdeliyorsunuz? Bana neyi müjdeliyorsunuz?” dedi. “Biz sana gerçeği müjdeledik. Sakın ümitsizlerden olma” dediler. Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıtanlardan başka kim ümit keser?”(Süre-i Hicir Ayet 51-56)
Aradan uzun yıllar geçmiş, Cenâb-ı Hak Hz. İbrâhim’e sâlih bir evlat ihsan etmişti.
Adı İsmâil’di.
Fakat aradan uzun seneler geçtiğinden Hz. İbrahim daha önce kendisine gelen meleklere konuştuğu sözü (Hz Allah için oğlumu bile kurban ederim )zaman içinde unutmuştu.
Hz. İsmâil en sevimli olduğu bir çağa gelmişti.Hac erkanını tamamlayıp ayrıldıkdan sonra terviye günü yani arafe gününden bir gün evvel bir rü´ya gördü. Hz. İbrâhim, yattığı yataktan,
-“Nezrini yerine getir, Yâ İbrâhim!” nidâsıyla, kalktı. Bu rüyâ acaba Allah ’tan mıydı? Nezri neydi, onu uzun uzun düşündü.
İşte bu tereddüdden dolayı bu güne “terviye” günü denildi.
Ertesi gece, aynı rüyâyı, yeniden gördü. Artık Hz. İbrâhim anladı ve bildi ki, bu rüyâ
Hz.Allah’ tandır. Bildiği için bu güne “Arefe” ismi verildi.
Fakat nezri neydi, onu hatırlayamadı. Bayram akşamı da aynı rüyâyı görünce, nezrini hatırladı. Oğlunu kurban ettiğinin tatbikatını gördü ve bu günede “kurban” günü dendi.
(Şir’atül İslam S 219)
Artık Hz. Allah’ ın emrini yerine getirmesi lâzımdı. Bayram sabahı olunca, Hacer vâlidemizi çağırdı. Oğlu Hz. İsmâil’i hazırlamasını söyledi. Hacer vâlidemiz, Hz. İsmâil’i giydirip, süsledi. Baba oğul, beraberce Minâ istikâmetine doğru yola koyuldular. Fakat nereye gidildiğini, ne evlat ne de annesi biliyordu.
Şeytan bu duruma hayrette kalıp böyle imtihanda hiç görmedim.İbrahim (A.s) bu işide yaparsa ve ben böyle meselede onları caydıramazsam bir daha ebediyyen onlara te´sir edemem ve üzüntümden helak olurum demişti. (Şir’atül İslam S 222.)
Hz. İbrâhim’in önüne çıkarak: Yâ İbrâhîm! Böyle bir evlâdı nasıl kesersin? Hiç baba evlâdını kesebilir mi? Hz. İbrâhim, şeytanın sözüne kulak bile vermedi, hiç tereddüt etmeyerek, yerden aldığı taşla şeytânı defetti.
Şeytan durmuyordu. Bu sefer Hâcer vâlidemizin yanına gelerek, onu kandırmaya çalıştı. Fakat Hâcer vâlidemiz verdiği cevabla, teslimiyetin zirvesine varıyordu: “Eğer Allah’ tan böyle bir emir gelmişse, ben de bir anne olarak, bu emre teslim olup, boynumu büküyorum.” Çünkü o bir peygamberdir peygamber yanlış yapmaz dedi, yerden aldığı taşla şeytânı defetti.
Şeytan vazgeçmiyordu. Bu defa Hz. İsmâil’in yanına gelip: “Baban seni nereye götürüyor, biliyor musun? Kesmeye götürüyor, kesmeye.” diyerek onu korkutmağa çalıştı.
Hz. İsmâil de, annesinden geri kalmayarak: “O benim babamdır. O bir Peygamberdir. Eğer bu emri Allah’ tan almışsa, emri muhakkak yerine getirmesi lâzımdır.” cevâbını verdi ve şeytanı taşladı.
İbrahim (A.s) kendine ve evladina vesvese veren Şeytanı Mina mevkiinde taşladığından dolayı aynı mahalde şeytan taşlamak bir sünnet olarak devam etmiş ve ahir zaman peygamberinin şeriatında da yer almıştır.
Sonunda baba oğul işâret olunan yere kadar geldiler. Fakat Hz. İbrâhîm, oğluna nasıl söyleyecekti. Bütün mesele buradaydı. Sonunda:
-“Ey benim yavrucuğum. Ben, seni, rüyâmda, kesiyor görüyorum. Sen benim bu rüyâma bir bak, ne söylersin.” Hz. İsmâil kıyâmete, kadar gelecek insanlığa ibret olacak şu sözleri söyledi:
– “Ey babacığım. Sana Allah' tan ne emr olunmuşsa, onu derhal yerine getir. İnşâAllah beni sabredenlerden bulacaksın.”
Artık baba oğul Allah’ ın hükmünü yerine getirmeye hazırlanmıştı. Bu esnâda Hz. İsmâil:
– “Babacığım, birkaç ricâm var. Yerine getirmeni istiyorum. Babacığım ellerimi bağla belki sana eziyet ederim. Yüzümü yere çevir belki yüzüme bakarsında merhamet edersin.
Gömleğimi anneme götür beni hatırlasın. Anneme selâm söyle. Allah' ın emrine sabır etsin. Beni nasıl kesdiğini ve ellerimi bağladığını söyleme. Ellerinden öptüğümü ilet. Küçük çocukların arasına girmesin. Olur ki, onlara bakıp, beni hatırlar da, Allah’a isyan edebilir.
Hz. İbrâhim oğlunun isteklerini yerine getirdi. Biraz sonra Hz. İsmâil tekrar:
– “Ey babacığım, ellerimi ve ayaklarımı çöz. Beni Allah görüyor, melekleri görüyor. Ne isyankâr çocukmuş, babası, bağlamak zorunda kaldı, demesinler.” dedi.
Artık baba oğul, Allah’ ın hükmüne tam teslim olunca, Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil’i, şakağı üzerine yatırdı. Boğazına bıçağı koydu, çok şiddetli bir şekilde bıçağı boğazına sürdü. Bu esnâda yerde gökte ne kadar melek varsa secdeye kapanmış:
– “Allah’ım! Koru İsmâil’ini, Affet İsmâil’ini” diye yalvarıyordu. Hz.Allah da meleklerine
-(Unzuru ila abdi keyfe yemürrüssikkin alal halki veledihi liecli rizai ve entüm gultüm Etec´alü fiha men yüfsidü fiha ve yesfiküddimae)
Meali ‘Ey meleklerim benim kulum İbrahime bakınız benim rızam için oğlunun boğazına bıçağı nasıl sürüyor. Halbuki siz Adem (A.s.)'i yaratacağım zaman yer yüzünde kan dökecek yeryüzünü ifsad edecek birisinimi yaratacaksınız demiştinizde bende size benim bildiklerimi siz bilmezsiniz demiştim’ buyurdu.
(Mev’izei Hasene Kurban bahsi S 186)
KESMEYEN BIÇAK
İbrahim (A.s.) bıçağı İsmail'(A.s.) in boğazına sürünce bıçak kesmedi de İsmail (A.s)
-‘Ey babacığım benim korktuğum başıma geldi. Evlad sevgisinden dolayı elinin kuvveti kesildi ve beni kesmeye gücün yetmedi’ dedi. İbrahim (A.s.) gadablandı ve bıçağı yandaki taşa vurduda taş ikiye ayrıldı. Dediki ‘Ey bıçak taşı kesiyorsunda eti neden kesmiyorsun.’ Bıçak Hz. Allah' ın kudreti ile konuşmaya başladı ‘Ya İbrahim sen kes diyorsun amma Hz.Allah kesme diyor hanginize itaat edecegim. Yoksa kesibte Rabbime itaatsizlikmi yapayım’ dedi.
Baba oğul huşu içinde kalmışlardı.Yere bakıyorlardı…Hz İbrahimin kulağında bir ses:
-“Allahü Ekber Allahü Ekber”
Hz İbrahim titreyerek sesin geldiği sağ tarafa baktı, Hz Cibril bir koç ile geliyor.
Hz İbrahim:
-“La İlahe illallahü vallahü ekber” diyerek Hz Cibrile mukabale etti.
Hz Cibril koçu baba-oğulun yanına kadar getirdi.Nurlu çocuk gözyaşları içinde:
-“Allahü ekber ve lilllahil hamd diyerek ,Allaha hamd etti.
Cebrail (A.s.) koçu Hz İbrahim' e vererek:
-“Bu koç size Rabbinizin hediyesi,Hz İsmail' in yerine bu koçu kurban etmenizi Cenab-ı Hak emretti.”
Baba oğul beraberce secde ederek Hz Allah’a hamd ettiler.
Cebrail (A.s.), Hz İbrahim’e :
- Haydi koçu oğlunun yerine kurban et,Rabbin böyle emrediyor , dedi.
Tam bu esnada Hıtab- ı İzzet vaki oluyor:
-” Ya ibrahim,benim uğruma kurban edilmeğe razı olan oğlun ismail' e söyle, şu anda benden ne dilerse dilesin!”
Nurlu çocuk,ellerini kaldırarak:
-” Ya Rabbim, senin varlığına ve birliğine iman eden her mümin, günahı ne olursa olsun, bu imanla sana gelirse sen onu affet!”
İlahi cevap:
-“Kabul ettim!”
Hz ALLAH halifesinin samimiyetini ve teslimiyetini meleklere göstermek için kulu İbrahim' in oğlu İsmail' i kurban etme hadisesini zuhur ettirmiştir. Sonunda onlarda bu imtihanı başarı ile verdikleri anda Adem (A.s.)'ın oğlu Habil'in kestiği koç kurbanını göndererek koç kurban edilmiştir.
Ya Rab! Sana Hz İsmail’in tevekkülü ile boyun büküyoruz, bizi ve soyumuzu hakiki kul olarak yaşat!…
Ya Rab! Sana Hz İbrahim' in şefkatiyle geliyoruz, gelmemize engel olan şeyleri göster ki onları Kurban edelim!…
Ya Rab! Sana Hz Muhammed (s.a.v);in kulluğu ve aşkıyla geliyoruz, ubudiyyetimizi miracın sırrıyla taçlandırmanı niyaz ediyoruz.…
NALINCI BABA
Evliya Çelebi Seyahatnamesi‘nde Nalıncı Baba’dan şöyle söz eder:
Nalıncı Baba, Bergamalı‘dır. Unkapanı Araplar Camii karşısında bir dükkanda nalıncılık yapar. Ölümünden sonra da bu dükkan, nalıncılık işinden başka bir iş kullanılamaz. Abdi Çelebi, hayatında eline keser almadığı halde bu dükkana girince nasıl olduğunu anlayamadan usta bir nalıncı oluvermiştir. O tarihte Unkapanı’nda büyük bir yangın çıkar. Binalar ahşap olduğundan toptan yanar. Hatta benim evim de o yangında çok büyük zarar görmüştü. Ama Nalıncı baba’nın dükkanı tahtadan yapılmış olduğu halde, ortada sapasağlam kalmış, herkesi şaşkına çevirmişti. Üstelik yangın sırasında Nalıncı Baba dükkanda çalışmaktaydı. “Her taraf yanıyor, kaç da canını kurtar!” dediklerinde: “Burası, benim dedemin dükkanıdır. Beraber yanarım, yine çıkmam“, diyerek ateş içinde kalır. Gerçekten yangın biter ama bu dükkan yanmaz. Zamanla buranın değeri artar. Küpeli denilen bir Yahudi, dükkan sahibine birkaç akçe fazla vererek Hüseyin Çelebi‘yi dükkandan attırır. Bir gün kepenkleri açarken dengesini kaybeder, başı üzerine düşerek ölür. Yani o dükkanı nalıncılık haricinde kullanmak hiç kimseye nasip olmaz. Anlatılır ki: Nalıncı Baba, öldüğü gece Sultan III. Murad‘ın rüyasına girer ve şöyle seslenir:
- Cenaze namazımı Fatih Camii’nde kılmaya hazırlan. Beni evimde toprağa ver. Üzerime bir türbe, yanıma bir tekke ve bir çeşme yaptır. Dünyadan elli sene su içtim.”
Nalıncı Baba, gerçekten evinin olduğu yere gömülür. Gereken yapılır. (Evliya Çelebi – Seyahatname’sinden)
Sultan III. Murad‘ın rüyasından sonra Sultan III. Murad Han rüyayı gördüğü günün sabahı, bir anlam veremediği bu rüya dolayısıyla tuhaf bir hal içindedir. Vezir- i âzam Siyavuş Paşa padişahın bu halini görünce merak eder ve sorar:
- “Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
Padişah:
- “Akşam garip bir rüya gördüm.” der.
Vezir:
- “Hayırdır inşaallah efendim!?”
Sultan Murad Han:
- “Hayır mı, şerr mi öğreneceğiz inşaallah!. ”
Vezir:
- “Nasıl yani?” diye sorar.
Padişah vezire:
“Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. ”
Tebdil-i kıyafet ederek iki molla kılığında çıkarlar yola. Sultan Murad hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağıya inip Unkapanı civarında durur. Etrafına dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Tebdil-i kıyafet içindeki Padişah çaktırmadan oradakilere sorar:
- “Kimdir bu yerde yatan?”
Ahali:
- “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın sefilin biri iste!”
Padişah:
- “Nerden biliyorsunuz öyle olduğunu?”
Ahaliden biri atılır:
- “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuzdu.”
Bir başkası ayrıntıya girer:
- “Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdı. Nalının (ayakkabının) hasını yapardı. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcardı. Hem şişe şişe şarap taşırdı evine… Hem de nerde namlı, mimli kadın varsa takardı peşine ve evine götürürdü.”
Ahali içinde yaşlı biri oldukça öfkelidir ve söze karışır:
- “İsterseniz komşulara sorun bakalım, onu bir cemaatte gören olmuş mu?”
Bunları anlattıktan sonra mahalleli döner ardını çekip gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar cenazenin başında tek başına…
Tam vezir de toparlanıyordur ki, Sultan Murad onun yolunu keser:
- “Dur vezir nereye?” der.
Vezir Siyavuş Paşa:
- “Bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.”
Padişah:
- “Hayır olmaz öyle şey! Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, rüyamın bir hikmeti olmalı.. Hem şöyle veya böyle halkımızdır. Defin işini tamamlamak gerek,” der.
Veziri:
- “İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” der.
Padişah vezirine itiraz eder:
- “Olmaz vezir, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…”
- “Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” diye sorar vezir..
Padişah:
- “Mollalığa devam edeceğiz. Cenazeyi kaldırmalıyız.” der.
Vezir şaşkınlık içinde:
- “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” diye sorar.
Padişah:
“Basbayağı kaldırırız işte!” diye çıkışır.
Vezir bunun çok zor olacağı konusunda Sultan Murad’ı ikna etmeye çalışır:
- “Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi falan…”
Padişah vezirin sözünü keser ve:
- “Merak etme, ben hallederim hepsini…” der.
Vezir bakar ki Padişah kararlı:
- “Şurada bir mahalle mescidi var ama, bilmem ki?!!” diye kararsız düşünürken Padişah:
- “Fatih Camii’nde kılacağız namazını” der.
Çünkü rüyasında böyle denmiştir kendisine… Ve gelirler camiye… Vezir sağa sola koşturur. Kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar, ki nâş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Sultan Murad’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki. . .
Böylece meçhul ayakkabıcıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar, namazını kılarlar. Sıra gelir defin işlemine… Vezir sorar:
“Sultanım, nereye defnedeceğiz?”
Padişah:
“Evinin bahçesine.. Sen bir koşu gidip adresini araştır, öğren gel” der…
Vezir sorar soruşturur ve evin adresi öğrenilir. Cenazeyi yüklenip giderler. Eskimiş küçük bir ahşap evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadına kocasının öldüğünü alıştırarak haber verirler. Kadın sanki bu vefatı bekler gibidir. Ama yine de gözyaşlarını tutamaz.
Neden sonra Padişaha:
“Hakkını helâl et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.” der.
Padişah:
- “Helal olsun.. Ama bahçenizde bu cenazeyi defnecek yer var mı?” diye sorar…
Yaşlı kadın:
- “Evet, bizim bey mezarını kazıp hazırlamıştı. ‘Beni buraya defnetsinler hanım’ demişti.”
Bunun üzerine Padişah ve veziri cenazeyi bahçede kazılan yere defnederler. Defin işlemi bitince Padişah yaşlı kadına:
- “Bana biraz rahmetliden söz eder misiniz?” der.
Yaşlı kadın tabii dercesine hüzünle sallar başını ve anlatmaya başlar:
- “Evladım, rahmetli bizim efendi bir âlemdi, vesselâm… Akşamlara kadar ayakkabı yapardı. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip helâya dökerdi.”
- “Niye?” diye sorar Padişah…
Yaşlı kadın:
- “Müslümanlar içmesin diye. . . ”
Padişah şaşkınlık içinde:
- “Hayret!!..” der.
Yaşlı kadın devam eder.
- “A oğul bu da bir şey mi? Başka tuhaf şeyler de yapardı.”
Padişah merakla:
- “Ne gibi?” diye sorar.
Yaşlı kadın:
- “Nerede malûm kadınlardan bulsa, hemen ücretlerini öder, eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek….” deyip, bana da onlara dinimizin gereklerini anlatmamı tembih eder ve evden çekip giderdi. Sabaha kadar o kadınlara dinimizin vecibelerini anlatırdım”
Sultan Murad Han iyice şaşkınlık içinde kalmıştır.
- “Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki… ” diye söylenir.
Yaşlı kadın:
- “Evladım, milletin ne sandığı umurunda değildi ki onun… Zaten namazı da mahalleliyle kılmaz, uzak mescidlere giderdi. ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı, ki Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli’ derdi…”
Sultan Murad Han rüyasının hikmetini yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Ama yaşlı kadının sözünü kesmez. Kadın devam eder:
- “Hatta bir gün ona; ‘Bana bakasın efendi! Sen böyle yapıyorsun, ama dedikodular aldı başını gidiyor. Komşular kötü belleyecek seni, inan cenazen kalacak ortada’ demiştim”… O da ‘merak etme hanım, kimseye zahmet vermeyiz. Mezarımı bahçeye kazdım, oraya defnedersiniz’ demişti.
Ben de ona; ‘ İyi de seni kim yıkasın, namazını kim kılsın, kim kaldırıp gömsün?” dedim”
Padişah konuşmanın burasında çok heyecanlanır ve sorar:
- “Peki o ne dedi?”
Yaşlı kadın:
- “A oğul, dedim ya bizim bey bir tuhaftı. Önce uzun uzun güldü, sonra da dedi ki; ‘Allah büyüktür hatun, padişahın işi ne?…”
PADİŞAHIN KIZI İLE EVLENMEK İSTEYEN ÇOBANIN ALLAH ALLAH ZİKRİ
Henüz yirmisinde olan genç bir çoban… Bir kıza gönlünü kaptırmış, o derece aşık olmuş ki, sevdiğinden başka bir şey düşünemez, derdini kimseye anlatamaz olmuştu.
–Ne haldesin, sana ne oldu? diyenlere mahzun bir tebessümle bakar, hiçbir şey söylemezdi. Onun bu hali çevresinde bulunan herkesi merak içinde bırakmıştı. Onun derdini birlikte çobanlık yaptıkları yakın arkadaşından başka kimse bilmezdi. İki arkadaş gündüzleri köyün koyunlarını güder, geceleri de kaldıkları tek oda bir kulübede yaşarlardı.
Günlerden bir gün, günlük işlerini yapmış, kulübelerine dönmüşlerdi. Aşık olan çoban her zamanki gibi kulübelerinin az ilerisindeki bir kaya parçasının üzerine oturmuş, yaşlı gözlerle güneşin batışını izlemektedir. Diğer çoban da akşam yemeği için hazırlık yapmaktadır. Tam bu esnada kulübelerinin önüne gelen bir ihtiyarın sesi duyulur.
–Hey delikanlı!
Aşık çoban ihtiyarı duyacak durumda değildir. İhtiyar birkaç defa seslenir ama aşık çobanın duyacağı yoktur. Dışarıdan gelen sesi işiten diğer çoban kulübeden dışarı çıkınca ihtiyar bir adamla karşılaşır.
–Buyrun efendim! Bir şey mi istediniz?
İhtiyar:
–Evladım! Ben yolcuyum, susadım, bana içecek biraz su verir misin?
Genç içeri girer, su kabını eline alarak ihtiyara verir. İhtiyar bir yandan suyu yudum yudum içerken, bir yandan da ileride duran genci görmüş ve dikkatini çekmiştir. Birkaç defa seslenmesine rağmen sesini duyuramadığından sağır mıdır diye de merak eder.
İhtiyar sorar:
–Arkadaşın hasta mıdır?
Genç:
–O gecelerini uykusuz geçirmektedir. Kendine bakmıyor, yemesi, beslenmesi çok düzensiz… Kızdan başka hiçbir düşüncesi yok. Uykusu kız, yemesi kız, içmesi kız, çevresi kız, onun her şeyi kız olmuş… Aşk bu olsa gerek.
Genç çobanı dikkatle dinleyen ihtiyar sorar:
–Arkadaşın kime âşık olmuş?
Çoban:
–Padişahın kızına.
İhtiyar şaşkındır, az ileride konuşmalardan habersiz bir kaya parçasının üzerinde oturan gence baktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf çelimsiz bir genç hali vardı.
Aşık çobanın arkadaşı:
–Efendim! Ben ona çok söyledim. Sen kim, padişahın kızı kim? Senin neyine padişahın kızına âşık olmak, ama dinletemedim.
İhtiyar:
–Çağır bakalım şu âşık çobanı da bir de onunla konuşalım.
Genç çoban arkadaşının yanına gider ve birlikte ihtiyarın yanına dönerler. Aşık çoban ihtiyarın yanına gelince, durumun çok daha vahim olduğu gözlerden kaçmamıştır. Genç çobanın ayakta duracak takati yoktur.
İhtiyar:
–Evladım bu halin nedir? Üzülme, çaresi olmayan dert, şifası olmayan hastalık yoktur , dedikten sonra derin düşüncelere dalar gider. Kısa bir sessizlikten sonra, ihtiyar, çobanlara yere oturmalarını söyledikten sonra anlatmaya başlar.
Kapılarına kadar gelen bu alim zat, devrin padişahının danışmanlarından biriymiş. Uzun yıllardır, padişah her sıkıntıya düştüğü meselede ilk danıştığı bu ihtiyar alim olurmuş. Padişah bu ihtiyarı çok sevmiş, onu kendine danışman yaparken bir istekte bulunmuştu: “Benim danışmanım olduğunu kimseye söylemeyeceksin, falanca dağın eteğinde bir kulübede yaşayacaksın, ben seni çağırınca geleceksin.” O zamanlar genç olan bugünün ihtiyarı, padişahın talebini kabul etmiş ve yılladır dağın eteğindeki kulübesinde tek başına yaşıyor, boş zamanlarını da gül satarak geçiriyordu. Padişahın onu sevdiği gibi o da padişahı çok seviyordu. Bu yaşantıya sırf padişahı sevdiği için katlanmıştı.
İhtiyarı dinleyen gençler şaşkındır, hele aşık çoban şaşkınlıkla birlikte içinde ümit ışıkları yanmaya başlamıştır. Nihayet padişahla yakınlığı olan birine rastlamıştır.
Aşık genç sorar:
–Benim derdime bir çare bulabilir misin?
İhtiyar alim:
- Dediklerimi harfiyen yaparsan elbette demiş.
Aşık genç hemen:
- Elbette demiş her şeyi hemde ne istersen her şeyi yaparım demiş, çok zayıf olan ümitlerinin yeşermesiyle sevinçten birden canlanmış, yüzüne tekrar renk gelmiş ve can kulağı ile dinlemeye başlamış.
İhtiyar alim:
–Benim kaldığım kulübenin üst kısmında bir mağara var, sen oraya çekileceksin. Kırk gün hiç dışarı çıkmadan Allah, Allah diye zikirde bulunacaksın. Ne duyarsan duy, ne görürsen gör vazgeçmeyeceksin, sana gelenlere itibar etmeyeceksin, hatta padişah bile gelse, dünyayı sana teklif etseler dahi itibar etmeyeceksin işte o zaman muradın gerçek olacak.
Her şeyi yapmaya hazır olan aşık genç iyice şaşırmıştır, bu iş bu kadar kolay mıdır?
Aşık genç:
–Gerçekten bu kadar kolay mı? Ben şimdi elime tespihimi alacağım, mağarada kırk gün Allah lafzı celili ile zikir çekeceğim, sonra sevdiğime kavuşacağım, öyle mi?
İhtiyar alim:
–Evet, bana inan ve dediklerimden çıkma yeter demiş sadece.
Çoban sabahı beklemeden, arkadaşıyla vedalaşarak ihtiyarla birlikte hemen yola koyulur. Birlikte yol alırken çobanın morali yükselmiş, yüzüne renk, ayaklarına kuvvet gelmişti. İhtiyar, çobana mağaranın kapısına kadar eşlik eder. Kapıda çoban ile ihtiyar vedalaşırlar. Çoban hemen içeri girer ve Allah zikrine başlar. Niyetini padişahın kızına, dilini de Allah’ın zikrine yöneltir.
Aradan birkaç gün geçmiştir, çoban zaruri ihtiyaçlarının dışında sadece zikirle meşgul olmaktadır. Çoban mağarada zikirle meşgul olurken, civar köylerde bir söylenti kulaktan kulağa dolaşmaya başlamıştır bile. Herkes birbirine şöyle diyordu: “Şu dağdaki mağaraya keramet ehli bir derviş yerleşmiş, gece gündüz zikirle meşgul olmaktadır.”Söylenti artarak devam etmiş, sadece yakın köylere değil, zamanla kasabaya, oradan da ülkenin her tarafına yayılmış. Söylenti her yayılışta, bire bin katarak abartılıp çobana birçok kerametler izafe edilir.
Çobanın mağaraya çekilmesinin üzerinden bir ay geçmişti ki, bir gün arkadaşı çoban onu ziyarete gelir. Mağaradaki kendini zikre o kadar vermişti ki, arkadaşının geldiğini fark etmemiştir. Seslendikten sonra ancak kendine gelebilmiştir. Kısa bir hasret gidermeden sonra, arkadaşı mağaradan ayrılır ve çoban zikre devam eder.
Kırk günün dolmasına üç–beş gün kalmıştı ki, çobanın şöhreti bütün ülkeye yayıldı. O kadar duyuldu ki; sarayda bile konuşulur olmuştu. Derken padişah da derviş haberini duyar. Bir gün padişah vezir ile bu meseleyi konuşur.
Padişah:
–Böyle Allah dostlarının yanımızda olması bize çok büyük faydalar sağlar.
Vezir:
–Sultanım! Elimizi çabuk tutalım, zikir ehli bir yerde fazla durmaz, onlar dünyayı dolaşırlar, bu dervişi saraya alıp, burada ikamet ettirelim.
Padişah:
–Güzel düşündün, var git dervişi al saraya getir.
Padişahtan talimatı alan derviş doğruca dağın yolunu tutar. Yanındakilerle birlikte çobanın yanına varır. Durumu çobana anlatır, çoban teklifi kabul etmez. Çoban direkt olarak padişahın kızını kendisine teklif edileceğini bekliyordu. Vezir, çobanı padişaha götürmek için her ne teklif yaptıysa, kabul edilmez. Üzgün bir şekilde saraya döner.
Padişah, vezirinden olanları öğrenince üzülür.
Vezir:
–Sultanım! Allah dostları dünya malına değer vermez. Derviş Efendi de bunun en güzel örneği oldu , der.
Vezirini dinleyen Padişah, bir de kendisi gitmeye karar verir. Hazırlık yaptırır ve yola çıkarlar. Padişah dağdaki çobana giderken ihtiyar danışmanına haber salmış, onu da yanına almıştı. Padişah mahiyeti ile çobanın bulunduğu mağaranın kapısına gelir.
Tevafuk bu, padişahın mağaraya geldiğinde çoban inzivadaki kırkıncı gününün içindeydi. Padişah, zikir halindeki çobana tekliflerini yapar. Çoban sessizce dinler, padişah bitirince, çoban zayıf ve kısık bir sesle “hayır istemem”der.
Padişah da, mahiyeti de şaşkındır. Bu teklifler öyle kolay kolay reddedilecek teklifler değildir. Orada bulunanların hiçbiri bu işe bir anlam veremez. Herkes bu durumu aşık çobanın maneviyatının yüksekliğine bağlar. Padişahı reddetmesi, çobanın itibarını kat kat arttırmıştır. Orada bulunanların içinde işin özünü bilen, sadece ihtiyardır.
İhtiyar danışman padişaha der ki:
–Padişahım! Bu derviş Efendiyi kızınızla evlendirirseniz, amacınıza ulaşırsınız.
Padişah:
–Kabul eder mi?
İhtiyar:
–Edebilir, bir deneyelim, der.
Dünya malına meyletmeyen böyle bir dervişi kendi tebasına almak fikri padişahın hoşuna gider. O sırada padişahın mağaradaki dervişi ziyaret ettiği haberi çevre köy ve beldelere ulaşmış, haberi duyan dağa akın eder. Kısa zamanda dağda kalabalık bir insan topluluğu meydana gelir. Padişah ile ihtiyar danışmanı arasında bu konuşma geçerken, gün akşam olmuş, güneş batmak üzeredir. Aşık çobanda huşu içinde zikrine devam etmektedir. Padişah ve danışmanı dervişe doğru ilerlerler.
Padişah bu teklifi yaparken, aşık çobanın çoban arkadaşı da mağaranın kapısına kadar gelebilmiş, sevinci yüzünden okunuyordu. Arkadaşı kaç yıldır hasretini çektiği sevdiğine kavuşacaktı. İhtiyar da umutluydu, çobanın bu mağaraya hangi gaye için kapandığını biliyordu.
Mağaranın kapısında çobana öneriyi yapar:
–Derviş Efendi, seni kızımla evlendireyim.
Bunu duyan çobanın arkadaşı da, alim ihtiyarda çobanın hemen kalkıp teklifi kabul etmesini beklerken, çok farklı bir durum olmuştu.
Çobandan gelen ilk tepki bu sefer çok yüksek bir sesle Allah (c.c) lafzı duyulmuştu ve çoban ayağa fırlamıştı.
Padişah bu teklifi yaptığında güneş batmış, ufukta batan güneşin bıraktığı kızıllık vardı. Bu sesle Padişah da dahil herkes teklifi kabul ettiğini düşünmüştü ama çoban elindeki tespihi yavaşça cebine koydu ve yerine oturdu.
Herkes pür dikkat ne diyeceğini beklerken,
Çoban:
–Hayır padişahım, kızınızla da evlenmek istemiyorum.
Şaşırmak sırası, ihtiyar danışmanda ve çobanın arkadaşındaydı. Nasıl olur? Çoban bu mağaraya padişahın kızını alabilmek için kapanmıştı.
Dağ derin bir sessizliğe bürünmüştü. Herkes hayret içindeydi, bu dervişin gerçek manada Allah dostu olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştı. Çünkü ona yapılan teklifleri kimse reddedemezdi. Hele çobanın arkadaşı bu işe iyiden iyiye bu işe şaşırmıştı. Öyle ya Padişahın kızını elde edebilmek için neler çekmişti, neredeyse hayatını kaybedecekti. Şimdi ise bunu elde etti, ama kabul etmiyordu.
Aşık çoban üzgün bir eda ile kafasını iyice eğerek. Ben sadece kırk gün padişahın kızına kavuşmak için Allah dedim. Rabbim ise buna rağmen zikrinin hürmetine padişahı, mahiyetini ve hayal edemediğim kadar mal varlığını, ayrıca şu kadar insanı ayağımın önüne serdi.
Ben ne yanlış yoldaymışım. Keşke ben padişahın kızı için değil de, Allah için Allah demiş olsaydım demiş ve bir kaç defa daha yüksek sesle ALLAH ALLAH diye zikrederek son nefesini verdi.
PUT İLE SAMED (ALLAH) ARASINDA NE FARK OLURDU
İranlı İhtiyar Mecusi her zamanki gibi odasına girdi ve putunun önünde diz çökerek, Ona yalvardı:
“Aciz kaldım! Bana merhamet et! Bana yardım et! Sıkıntımı gider!”
İhtiyar saatlerce diz çöküp yalvardı Ağladı, sızladı Gözyaşı döktü Fakat işlerini bir türlü yoluna koyamadı Aksine işleri daha da kötüye gitti
İhtiyar putu adına adaklar adadı, kurbanlar kesti İlâhiler okudu Duâlar etti
Fakat işlerini hiçbir şekilde yoluna koyamadı İşleri giderek çığırından çıktığı gibi, kendi ruh sağlığı da bozulmaya başladı
Öte yandan Müslümanlar İran’ı fethetmişler, İslâmiyet İran’da yayılmaya başlamıştı Puta tapmanın ne kadar çıkmaz bir yol olduğu herkes tarafından söylenir olmuştu Fakat bu ana kadar bizim ihtiyar atalarının yolu diye tutturmuş, puta tapmaktan inatla vazgeçmemişti İslâm inancına karşı putları savunuyor, yenice İslâmiyet’i seçen komşularını hainlikle suçluyordu
Ama artık kendisi de puta tapmanın çıkar yol olmadığına kanaat getirmeye başladı Putuna taptıkça işleri iyice sarpa sarınca, bir gün kızdı ve putuna sövüp saymaya başladı:
“Bu kadar sene sana taptım, saçlarımı, sakallarımı senin yolunda ağarttım Yapılması gereken bir işim var Yapmayacaksan beni bırak Ben seni bırakıyorum ve işte Müslümanların Allah’ından istiyorum” diye inledi
Ardından döndü, toprakta yuvarlanarak Allah’tan istemeye başladı
“Ey Müslümanların İlâhı! Benim duâmı kabul edersen ne iyi olur Ben putumdan bir hayır görmedim Sende hayır olduğunu zannediyorum!”diye duâ etti
Ve Mecusî daha topraktan başını kaldırmadan muradına erdiği müjdesini aldı
Mecusî Müslüman oldu
Mecusî bunu bir mecliste anlatınca, oradaki birisi şöyle düşündü:
“Bir sersem, adi, batıla tapan, başı henüz putçulukla sarhoş, gönlünü küfürden, elini hıyanetten çekmemiş olan böyle birinin dileğini Cenâb-ı Hak anında cevap verdi ha!”
Adam böyle düşününce gönül defterine şu kayıtlar ilham oldu:
“O aklı eksik ihtiyar, putun önünde çok yalvardı Fakat sözü makbule geçmedi, istediği olmadı Onun niyazı eğer bizim dergâhımızda kabul edilmeseydi, put ile Samed (Allah) arasında ne fark olurdu?”
“Ey dost! Gönlünü Samed’e bağla ki, insanlar Samed’den daha acizdirler Eğer Samed kapısına baş koyarsan, eli boş dönmezsin”
ALLAHI ZİKİR
“Adamın biri her zaman «Allah Allah» diye zikreder, bu zikirden ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı. Bir gün şeytan gelip:
«–Ne diye durmadan “Allah Allah” deyip duruyorsun. Bunca zamandır “Allah” demene karşılık bir kerecik olsun “Allah” sana; “Buyur kulum, ne istiyorsun?” dedi mi? Sende hiç utanma sıkılma yok mu? Daha ne kadar “Allah” deyip duracaksın?» dedi.
Bunun üzerine Allâh’ın adını dilinden düşürmeyen adam utanıp sıkıldı ve zikri bıraktı. Gönlü kırık bir hâlde yattı, uyudu. Rüyâsında Hızır (a.s.)’ı gördü. Hazret-i Hızır ona, neden zikri bıraktığını sordu. Adam:
«–Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. Hak katından; “Buyur kulum!”sesi gelmedi. O’nun kapısından kovulmaktan korktum.» dedi. Bunun üzerine Hızır (a.s.), adama şu hikmetli karşılığı verdi.
«–Ey Allâh’ın kulu! Senin “Allah” demen, Allâh’ın; “Buyur kulum!” demesidir. Allah, isminin zikrini herkese nasip eder mi? Senin “Allah” diyebilmen, Allâh’ın sana duyduğu sevginin işâretidir.»
Bunu duyan adam kalkıp istiğfarda bulundu ve tekrar Allâh’ı zikre devam etti.” Hz.Mevlana "mesnevi"
HERKES ATEŞİNİ DÜNYADAN KENDİSİ GETİRİYOR
Behlül Dânâ Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanlarını ve bilhassa Halîfe Hârun Reşid’i nefse uyarak gaflete düşmekten îkaz etmeye çalışırdı. Halîfe de onun bu samimî hâlini sever, saraya girip çıkmasına müsâade ederdi. Fakat Behlül Dânâ bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya uğramadı.
Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu:
“–Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?”
Behlül:
“–Bana cehennemi gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.”diye cevap verdi.
Hârun Reşid bu cevâba şaşırarak:
“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?”dedi.
Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu cevabı verdi.
“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”
İşte hayatımızı kendimiz için bir ebedî azap değil de sonsuz bir saâdet sermâyesi kılabilmemiz için en başta nefislerimizin aşırı arzularına dur diyebilecek bir sabır ve dirâyeti son nefese kadar elden bırakmamak îcâb eder.
HALLAC-I MANSUR
Asıl adı Hüseyin bin Mansur’dur. Hallac denilmesinin sebebi şudur:
Bir gün, arkadaşı olan bir hallacın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat hallacın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Ya Hüseyin, senin için bugün işimden oldum" diye söylendi.
Hallac-ı Mansur onun endişeli hâline bakarak gülümsedi; "Üzülme senin işini de biz halledelim" diyerek parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı.
Hallaç şaşırıp kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bundan sonra da ona Hallac-ı Mansur dendi.
Pek çok kerametleri görüldü. Yanına gelenlere yazın kış, kışın yaz meyveleri ikram ederdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalblerinden geçenleri Allahü teâlânın izni ile haber verirdi.
400 kişi ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada ona gelerek hallerini arz ettiler. Hemen elini arkaya uzatıp, 400 kişinin her birine bir kelle ile iki pide verdi.
Enel Hak dedi.
Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak" dedi. Bu sözün anlamı, (Ben Hakkım) demek ise de, (Haktan başka hiç kimse yok) demek istemişti. Bu sözü için katline fetva verdiler.
Halife, onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bazı meseleler soruyordu. Daha sonra ziyaret de yasaklandı.
Şeyh Ebu Abdullah-i Hafif anlatır: "Hile ile Hallac-ı Mansur'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, güzel bir oda gördüm. Oradaki köleye, "Şeyh nerede?" dedim. "Abdest alıyor" dedi. "Bu zindanda ne iş yapıyor?" dedim.
"13 batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor" dedi.
Sonra, "Bu zindanda eşkıya ve hırsız çok, onlara nasihat eder" dedi. Biz konuşurken o abdest alıp geldi. Bana: "Ey genç nerelisin?" dedi. "Şirazlıyım" dedim.
Meşayıhlerden sordu. Ebü'l-Abbas ibni Ata'ya gelince, "Onu görürsen, o mektupları yakmasını söyle." Tam bu sırada zindancıbaşı içeri girdi. Saygı gösterdikten sonra, "Düşmanlar beni halifeye gammazlamışlar. Güya ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni katledecekler" dedi. Şeyh: "Var selametle git" dedi.
O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehadet parmağı ile işaret ederek ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum" dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. Halife; "Seni öldürecektim. Şimdi sana gönlüm ısındı. Tekrar affettim" dedi.
Yüz kırbaç vurun.
Halife, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar dövün" emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum" buyurdu.
Darağacında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz" dedi.
İdam edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti" dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah’ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdat'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at" buyurmuştu.
Hallac-ı Mansur, niçin Enel hak dedi? Evliyadan bazıları Allahü teâlâyı zikrettiği zaman, Rabbinden gayrı her şeyi, hatta kendi nefsini bile unutur. Zikrettiği yani andığı mahbubun adını dilinden düşürmez.Hallac-ı Mansur hazretleri, La ilahe illallah demeyi o kadar çoğaltmıştı ki, anması kalbden ruha geldi. Orada ünsiyet peyda ederek ilahi aşka kavuştu. Dünyadaki her şeyi hatta kendi adını bile unuttu. Aşk sarhoşluğu kapladı. Buna sekr hali deniyor. Bu halde iken, (Sen kimsin?) diyenlere, (Enel-Hak) diye cevap verdi. Üzerinden sekr hali gidince, yani ayılınca (Enel-Hak) dediğini hatırlamadı. Fakat dine aykırı konuştuğu için şehid edildi. Yere dökülen kanları (Enel-Hak) şeklini aldı.
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki:Hallac-ı Mansur zamanında Hace Abdulhalık-ı Goncdüvaninin talebelerinden biri bulunsaydı, Mansur idam edilmezdi. Yani Hace hazretlerinin talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyn Mansuru teveccühleriyle, içinde bulunduğu makamdan tez geçirirdi. İdam edilmesi gerekmezdi.
Hallac-ı Mansur hazretleri, içinde bulunduğu halden dolayı mazurdu. Onu şehid edenler de dinin emrini yerine getirdi. İki tarafa da bir şey söylenmez.Hallac-ı Mansur hazretlerinin (Enel-Hak) yani (Ben Hakkım) dediği gibi, Bayezid-i Bistami hazretleri de sekr halinde (Sübhani) yani (Ben Sübhanım) demiştir.Talebeleri, (Siz kendinizin sübhan, yani ilah olduğunu söylediniz) demeleri üzerine, (Bir daha öyle bir şey söylersem, beni kılıçla kesin) buyurdu. Sekr hali kaplayınca yine (Sübhani) dedi. Hemen hocalarının emri üzerine kılıçla vurdular. Fakat kılıç kesmedi. O hal üzerinden gidince, yine (Sübhani) dediğini söylediler. (Niye beni öldürmediniz?) buyurdu. (Kılıç kesmedi) dediler. O vakit, (Demek o sözü söyleyen, bu haldeki Bayezid değildi) buyurdu.
Evliyayı böyle sekr halinde, yani şuursuz iken söyledikleri sözlerden dolayı kötülemek doğru değildir.İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:Evliya, sekr karışmayan hallerde böyle uygunsuz sözler söylemez. Sahv, yani uyanıklık halinde olanlarda sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sekrsiz olan sahv, noksanlıktır. Halis, karışıksız sahv, avamda bulunur.
Cüneydi Bağdadi hazretleri, sahvın sekrden daha üstün olduğunu söylediği halde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki, saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) demiştir.Evliyanın gizli marifetleri açığa vurmaları, hep sekr karışık hallerde olmuştur. Sahv halinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karıştırmaya benzer. Tuzsuz yemek, tatsız olur.
Aşk olmasaydı, aşkın gammı olmasaydı,Tatlı sözleri kim söyler, kimler duyardı?Mecnuna adın ne diyorlar, Leyla diyor. Çünkü gönlü Leyla ile dolu. Leyla’dan başka kimseyi tanımıyor, bilmiyordu. Şehrin ortasında Leyla Leyla diye bağırarak geziyordu. Leyla diyerek feryat ederek ağlıyordu. Derdine deva olmak üzere Leyla gelip, kendisini tanıtmışsa da, (Ben seni tanımıyorum. Sen gerçek Leyla isen, ya bendeki Leyla kim)diye cevap vermiştir.
Evliyanın sekr halinde söylediği sözlerden dolayı onları ayıplamak doğru değildir. Meczublar ve mecnunlar da mazurdur. Bu haldeki sözleri hüccet olmadığı gibi, ayıplamak da doğru değildir.
AHMED-İ BÎCÂN HZ.
Ahmed-i Bîcân Hazretleri bir gün, Gelibolu'nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu.
"Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki:"Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun."
Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân'a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da; "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vââzını dinlediklerini gördüm. Meleklerin kanatlarına basmamak için içeriye girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân'a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca; "Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti; "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın." dedi.
Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed Bîcân Hazretleri; "Doğru söyledin." dedi.
ALLAH NASIL MİSAFİR EDİLİR
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, açım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
HASAN BASRİ HZ.
Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.
HERŞEYİN HAYIRLISI
"Kim Allâh'tan korkarsa, Allâh ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allâh'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allâh emrini yerine getirendir. Allâh her şey için ölçü koymuştur." (Talak, 2-3)
Fatma hanım, sırtına ekin destesini aldı ve düşünceyle ilerlemeye başladı. Birden kayınvâlidesinin sesiyle kendine geldi:
"-Kız Fatma çabuk buraya gel. Sarı inek doğuruyor, yardım et!.."
Can havliyle sırtındaki destesini indirdi ve ahıra koştu.
Aman Yâ Rabbi… Hayvan da olsa, ne kadar acı çekiyordu. Fatma hanım, kayınvâlidesiyle birlikte hayvanın doğum yapmasına yardım ediyordu. Kayınvâlidesi:
"-Bir hayli zor olacak galiba!.." dedi.
"-Evet zora benziyor. Dana toplu herhâlde." diye mırıldandı Fatma hanım da…
Fatma, hayvan acı çekmesin diye şifâ âyetlerini, ardından bildiği bütün sûreleri okumaya başladı. Kayınvâlidesi:
"-Deli kız, ineğe de okunur mu?" dedi. Fatma ise:
"-Ana bak, çok acı çekiyor, yüreğim dayanmıyor." diye cevap verdi, gözyaşlarıyla... Bir saat zorlu bir çabanın ardından, sarı kızın bir tosunu oldu.
Sarı kız hemen şefkatle onu yalayıp kokladı.
Fatma'nın bütün merhameti, sanki gözlerinden yaşlarla ılık ılık akıyordu. Kayınvâlidesi:
"-Bak, ineğin bile yavrusu oldu. Dört senedir bu kapıdasın, bir torun veremedin kucağımıza!" dedi. Fatma ise:
"-Allâh hayırlı evlat versin, ana." dedi. Kayınvâlidesi ise:
"-Hayırlı, hayırsız!.. Bir evlâdın olsun. Bizi ele güne dil ettin ya!.." dedi öfkeyle…
Fatma, ikindi namazından sonra duâ için secdeye vardı ve:
"Rabbim dört yıldır senden hayırlı evlâd istiyorum. Olmuyor Rabbim! Hep hayırlı istiyorum, ben âciz hâlimle nasıl hayırsız bir evlâtla baş edebilirim. Ben kendimi ıslâh edemezken onu nasıl ıslâh edeyim." diye gözyaşlarıyla yıkanan, salavâtlarla taçlanan duâsını bitirdi.
Dört kez hâmile kalmış, ama hepsini kaybetmişti. Ve ısrarla "hayırlı evlat ver" diye duâ etti, etti. Birkaç ay sonra rüyasında bir ses:
"-Kızım, hayırlı bir kız evlâdın olacak, adını Hediye koy." dedi. O, yine hep "hayırlısını" istedi. Nihâyet Allâh'ın lutf u keremiyle yavrucuğuna kavuştu. İsmini, Ayşe Hediye koydu. Yalnız Ayşe durmadan hasta oluyor, her gece doktora götürüyorlardı. Fatma hanım, geceleri nefes alıyor mu diye sürekli onu dinliyordu. Uyku nedir bilmez oldu. Bir gece yine doktora götürdüler. Doktor:
"-Kızım, sen bu çocuğa köyün zor imkânlarında bakamazsın, bünyesi çok zayıf ve hassas, ölür! Benim de yıllardır çocuğum olmuyor onu bana ver!" dedi. Fatma'yı bu teklif iyice bunalttı ve:
"-Aslâ!" dedi. Ve çocuğuyla birlikte eve döndüler. O gece, iki rekat hâcet namazı kıldıktan sonra Rabbine yalvardı, duâ etti:
"-Rabbim, bu evlât hayırlı olacaksa onu bana nasip edip sevindir. Bende büyüsün, bir yetimle evlendirip onu sevindireyim." diye duâ etti. Seccâdesini toplarken:
"-Veren de O, alan da O, bize sadece duâ düşer." dedi.
Ayşe, günden güne iyi oluyordu ve gün geçtikçe büyüdü, şirin bir kız oldu. Allah, Fatma hanıma ardı ardına dört evlat daha ihsân etti. O, hep:
"-Hayırlı olursa nasip et, hayırsızsa ben nasıl onu ıslâh ederim, ben kendimi bile ıslâh edememişken!.." diye duâ etmeye devam etti.
Ayşe, ilkokulu bitirince Kur'ân Kursuna verdiler. Orada çok başarılıydı. Edebiyle, ahlâkıyla, çalışkanlığıyla kendini sevdirmişti hocalarına. Hocaları hâfızlığa başlatmak için ısrar ediyorlardı. Çünkü hıfzı çok kuvvetliydi. Ayşe ise "ya onun hakkını veremezsem, Rabbimin huzûruna nasıl çıkarım" diye iç hesapları yapıyordu. Ve nasiptir, bu düşünce sebebiyle hıfzına başlamadı.
16 yaşındaydı, güzelliği ve edebi onu akranlarından ayırıyordu. Yaşı küçüktü, ama çok tâlibi vardı. Bir gün bir genç talip oldu, âilesi oldukça varlıklıydı. Diğer taraftan da fakir, anasız babasız bir genç tâlip oldu ve:
"-Öğretmenlik imtihanlarına girdim. Kazanırsam elimde tek hünerim o… Başkaca verecek hiçbir şeyim yok." dedi.
İki taraf için de zaman istediler. Fatma hanım, kızına:
"-Ben çok yokluk gördüm, sen görme kızım. Fakir olan çocuk, kendine başkasını bulsun. Seni böyle göz göre göre yokluğa atamam." dedi.
Karar verildi. Ertesi gün, zengin gencin âilesine haber verilecekti. Fatma hanım, o gece rüyâsında Kâbe'nin duvarlarını sıvıyordu. Fakir genç de sırtında harç taşıyıp, ona yardım ediyordu. Böylece Kâbe'yi sıvayıp bitirdiler. Uzaktan bir ses duydu:
"-Bir yetimi sevindirmek Kâbe'yi inşâ etmek gibidir. Kızım verdiğin sözü unutma, yetimi sevindir. Allâh onu mübârek kılsın."
Bu sesi tanımıştı. 16 yıl önce yine rüyâda kendine çocuğunun olacağını müjdeleyen sesti. Uyandı ve rüyâsını kızına anlattı. Ayşe ise:
"-Anneciğim sen her zaman en hayırlısını istersin, Rabbimden. Bu apaçık bir rüya!.. Rabbim gönül evlerimizi lutfuyla zengin kılsın." dedi.
Kur'ân sadâları içinde düğün yapıldı. Her şeyin en sâdesi seçilmişti evi için... Bir takısı yoktu Ayşe'nin, ama gönlü îmân dolu bir hazineye sahip olduğu için Allâh'a duâ ediyordu.
Unutmayalım biz insanoğlu çok âciziz. Neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemiyoruz. Âyet-i kerimede buyurulduğu üzere, bazen: "Hayır ister gibi ısrarla şerri istiyoruz." Onun için Rabbimizden, her zaman her şeyin en hayırlısını isteyelim.
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et. Zîrâ, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak Sen'sin." (Bakara, 128)
İMAMI-I AZAM' IN MÜTHİŞ CEVABI
Bir adam hem çok iyi bir müslüman olduğunu iddia ediyor, hem de Resülüllahın halifeleri olan Hulefa-i Raşidine karşı bile son derece kin ve nefret besliyordu.
Ondaki bu nefret öylesine aklını başından almıştı ki, o büyük zatlar hakkında iftira dahi edebilecek reddeye gelmişti. Öyle ki Hz. Osman (Radıyallahü anh)'ın haşa "yahudi" olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti.
Küfe'de yaşayan bu sapık itikatlı adam, bulunduğu muhitin eşrafındandı. Onu bu itikadından döndürebilmek için her ne kadar ilim adamları, hocalar kendisine gidip bu meseleyi anlatmaya, izah etmeye çalıştılarsa da, bir türlü onu ikna etmeye muvaffak olamadılar. Ayetler, Hadisler okumalarına, yığınla deliller göstermelerine rağmen bu kimseyi yanlış itikadından döndüremiyorlardı. Adam öyledine inat ve öylesine cahildi ki, laf anlatabilene aşk olsun...
Bir gün büyük müctehid Imam-ı Azam Hazretlerine bu meseleyi açtılar ve bu adamın hakkından ancak kendisinin gelebileceğini söylediler. Imam-ı Azam meseleyi dinledi ve yanlış itikat sahibi olan kimseyi ikna etmeye çalışacağını söyledi.
Bu adamın güzel ve dindar bilinen bir kızı vardı. Kız da evlilik çağına gelmişti. Imam-ı Azam o adama haber göndererek, hayırlı bir iş için filan günün akşamı ona misafir olacağını bildirdi. Tabi adam bu habere son derece sevindi ve mutlu oldu. Zira kız evlat baba evinde bir emanet değilmiydi? Nihayet günün birinde bir kısmeti çıkacak ve evden ayrılıp kendine bir yuva kuracaktı. Dolayısıla İmam-ı Azam gibi büyük bir alimin bu meselede aracı olması bir nevi dünürlük etmesi, elbette bir iftihar vesilesiydi.
Kararlaştırılan gün geldi ve Imam-ı Azam o adamın evine misafir oldu. Yenildi, içiidi konuşulup sohbetler edildi ve konu döndü dolaştı asıl meseleye gelindi. Büyük İmam konuya girdi ve Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle adamın kızını bir delikanlı için istedi. Adam imam-ı Azamın aracı olduğu birine kızını vermeye dünden razıydı, lakin bu deli kanlı acaba kimdi, neyin nesiydi? Bunu da usulüyle sordu.
-Ey Imam! Bu hayırlı iş için sizin gelmeniz ve damat adayına kefil olmanız,kızımı vermem için yeterli bir sebeptir, lakin "bu delikanlı kimdir, kimlerdendir, huyu suyu nasıldır?" takdir edersiniz ki, bunu bilmek bizim hakkımızdır.
Bunun üzerine imam-ı Azam başladı damat adayının meziyetlerini anlatmaya:
-Bu kimse son derece dindardır. Allah'tan son derece korkar. Öyle bir haya ve edeplidir ki, bu konuda melekler Ona yetişemez. Aynı zamanda Hafız-ı Kuran'dır. Alim, abid, yiğit son derece de zengin ve cömerttir.
Imam-ı Azam damat adayının meziyetlerini bu şekilde anlatmaya devam ederken adamın ağzı bir karış açık kaldı. Başına devlet kuşu konuyordu. Böyle birine gözü kapalı herkes kızını verirdi. Lafı daha fazla uzatmak istemedi ve dedi ki:
- Ya Imam! Bu kadar yeter. Daha fazla bir şey anlatmanıza hiç gerek yok. Öyle şeyler söylediniz ki, bu saydığınız özelliklerden bir tanesi bile kızımı o gence vermeme valiahi yeter.
Imamı Azam konuyu istediği yere getirmişti ve sözünün sonuna hemen şunu ilave etti.
-Yalnız tüm bunları sayarken, gencin bir kusurunu söylemeyi unuttum.
-Nedir o kusur?
-Kızınızı istediğim delikanlı Yahudidir.
Adam bu cevabı duyunca birden rengi attı. Öylesine hiddetlendi, öylesine gadaplandı ki, ağzından tükürükler saçarak bağırdı:
-Nasıl olur Ya İmam!? Benim kızımı bir Yahudi'ye mi istiyorsun ve ona mı layık görüyorsun?!
Bunun üzerine İmam-ı Azam, Hz. Osman (Radıyallahü anh) hakkında ileri geri konuşup "Yahudi" dir diye iftira eden adama, şu müthiş cevabı verdi:
-Bre adam! Sen bir kızını Yahudi'ye veremiyorsun da, Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in, iki kızını birden Yahudi'ye verdiğini nasıl iddia edebiliyorsun?
İmam-ı Azam'ın bu sözü üzerine adamın aklı başına geldi ve ne büyük bir hata yaptığının farkına vardı. Evvelce söylediği o cahilane sözler için çok mahcup oldu. Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in iki kızıyla da nikahlanma şerefine nail olup, "Osman-ı Zinnureyn" (iki nur sahibi) lakabını alan Hz. Osman (Radıyallahü anh) hakkında yapmış olduğu çirkin iftiralardan ötürü derhal tövbe etti. Artık bundan böyle aleyhinde tek bir söz söylemediği gibi Hz. Osman (Radıyallahü anh)'ı hem övdü, hem de çok sevdi.
NEFS' İN DÖRT HUYU
Kiminle gezdiğinize, kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin. Çünkü; bülbül güle, karga çöplüğe götürür.
Bir gün İbrahim aleyhisselam, kokmuş, parçalanmış bir ceset görüp, Allah-ü Teâlâ’ya der ki:Ya Rabbi, parçalanmış bu cesedi elbette diriltirsin. Bunun nasıl diriltildiğini bana göster ki, gözümle görüp kalbim mutmain olsun!
Cenab-ı Hak buyurdu ki:Dört ayrı cins kuş bul ve hepsini kes! Her kuşu yedi parçaya böl, her birinden birer parça alarak, yedi dağın üzerine koy! Dört kuşun başlarını elinde tut! Sonra; “Allah’ın izni ile gelin!” de.
İbrahim aleyhisselam emredileni aynen yaptı. Havada dört tane başsız kuş cesedi meydana geldi. Sonra her biri gelip kendi başıyla birleşti. Bu kuşlar, tavus, horoz, güvercin ve karga idi.
Tavus, ziyneti, süsü temsil eder. Nefs tavusunun başını koparan kimse, gözlerini dünya süslerine kapatabilir.
Horoz, şehvete düşkünlük timsalidir. Nefs horozunun başını kesebilen kimse, şehvetlerin zararlarından kurtulur.
Güvercin, heveslerin sembolüdür. Nefs güvercininin başını kesebilen kimse, heva ve heveslerine uymaktan kurtulur.
Karga, ihtiras işaretidir. Nefs kargasının başını kesebilen ihtiraslarına gem vurur.
Nefsinin bu dört huyunu terbiye eden kimse, sonsuz kurtuluşa kavuşur.
Allah, küçük şeylere büyük görevler yükler, gurura kapılanlara dersi, en acizlerle verir.
Aczini öğrenmemiş miydi, bir sivrisinekten Nemrud? Kabil almamış mıydı, ilk dersi bir kargadan? Ebabil kuşları, Kâbe’yi yıkmak için gelen Ebrehe ordusuna, küçük gagalarıyla nasıl fırlatıyordu, küçük kızgın taşları! Ya Sevr Mağarası’ndaki olay? Örümcek ağı ile bir çift güvercin, küfrün gözlerini etmemiş miydi kör?
KISSADAN HİSSE
Vaktiyle Ayaz isminde bir köle varmış. Ayaz diğer köleler arasında asaleti ile dikkati çeken bir kimseymiş. Cenab-ı Hakk’ın takdiri bu ya, gel zaman git zaman Köle Ayaz bir gün Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Taşıdığı asalet sebebiyle de kısa zamanda Sultan Mahmud’un dikkatini çekmiş ve Sultan köleyi çok sevmiş. Derken Sultan'ın öylesine itimadını kazanmış ki ona sarayda önemli vazifeler vermiş. Ve nihayetinde Sultan, köle Ayaz’ı sarayın haznedarı olarak tayin etmiş. En kıymetli ve zarif mücevherler, altınlar, taşlar ona emanet edilir olmuş. Köle Ayaz’ın kısa zamanda kölelikten bu kadar önemli bir noktaya gelmesini çekemeyen saraylılar, bu durumdan çok rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler…
Ayaz’dan son derece rahatsız olan ve onu Sultan’dan uzaklaştırmak için çareler arayan saraylılar sık sık şikâyet ediyorlarmış. Köle Ayaz’ın itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapıyorlarmış...
Köle Ayaz Sultan tarafından kendisine haznedarlık vazifesinin verilmesiyle birlikte, vazifesine çok büyük hassasiyet göstererek, yapması gereken her işi itina ile yerine getiriyormuş. Fakat Ayaz sık sık hazine dairesine gidiyormuş. Zamanla bu saraylılarında dikkatini çekmiş. Fazla bir zaman geçmemiş ki, bir gün Sultan’ın huzurunda, saraylının birinin diğerine şöyle dediği duyulmuş:
"Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun hazinedeki mücevherleri, altınları çaldığından adım gibi eminim!”
Sultan bunu duyunca çok şaşırmış fakat bu söze inanmamış. İçinden; "İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim" demiş. Ve Köle Ayaz’ı kontrol etmek için hazine odasının duvarına küçük bir delik yaptırmış, sonra da içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Sultan kısa bir süre sonra, Köle Ayaz’ın sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve odadaki sandığın birinin yanına gittiğini görmüş.
Köle Ayaz, orada sakladığı küçük bir bohçaymış almış ve öperek alnına koymuş. İtina ile bohçayı açmış. Sultan Köle Ayaz’ı merakla takip ediyormuş ve yaptıklarına bir türlü anlam veremiyormuş. Ve nihayet Köle Ayaz bohçanın içerisinden köleyken giymiş olduğu yırtık pırtık elbisesini çıkarmış! Sultan buna hayret etmiş. Ve Ayaz aynanın karşısına geçerek kendi kendine;
"Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?" diye sormuş. Sonra da;
"Bir hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan'ın eliyle sana rahmetinden, sonsuz hazinesinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağıda olanlara kibirle bakma ve daima hatırla… Ayaz, hatırla!" demiş. Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken, birden Sultan'la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağıya yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki konuşmakta güçlük çekiyormuş.Sonra da Ayaz’a seslenerek şöyle demiş:
"Allah razı olsun ey Ayaz! Bana, benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanım’ın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin."
İnsanın hayli şaşacağı ve sezince hayretler içerisinde kalacağı nice hikmetli işler vardır. İnsanlara verilen yahut verilmeyen, insanın gaye bilip elde etmeye çalıştığı her şey bir hikmete binaen yaratılmıştır. Zira her şey aslında sadece Allah içindir. Bütün olup bitenler O’nun kudretiyle olur. Bunun içindir ki; insan aslında bir hiçtir ve dünyada imtihan halindedir. Bu yüzden Cenab-ı Hakk daima kullarını varlıkla, yoklukla, çeşitli sıkıntı yahut rahatlıklarla imtihan eder. Ve kulunun maruz kaldığı imtihanda nankörlük edenlerden mi yoksa teslimiyet gösterenlerden mi olduğunu sınar. Eğer kul başına gelenlerin Allah tarafından gönderildiğini idrak etmeyip; sıkıntılarda isyan eder, bollukta da bunları kendi çabasıyla elde ettiğini düşünürse, araya iradesini katarsa, Allah’ın vermiş olduğu nimete nankörlük etmiş olur. Böylece imtihanı mukavemetle karşılayamaz. Allah o kulunu sıgaya çeker ve o kul perişan olur. Ancak başına gelen sıkıntılara hamd eder, nimetlere şükrederse o zaman hakikate ermiş olur. Nitekim kıssamız bunu ne güzel anlatmaktadır. Köle Ayaz, Allah’ın (cc) lütfu inayetiyle kölelik gibi bir yerden sultanın en yakın ve en güvenilir adamlarından biri olarak hazinedarlığa kadar yükselmiştir. Ancak, kölelikten geldiğini ve kendisine bu rütbeyi sultanın değil Allah’ın verdiğini unutmamış; Rabb’ine şükretmiş, nankörlük etmemiştir. Yani kendisine uzanan eli değil, o eli uzattıran Rabb’ini unutmamıştır. Böylece Cenab-ı Hakk ona vermiş olduğu nimetini ziyadeleştirmiş ve onu vesile kılarak, Zat-ı Ulûhiyyeti karşısında nasıl durulması gerektiğini kıyamet sabahına kadar kullarına haber vermiştir. Şayet Köle Ayaz bunun tam aksine kendisine bu rütbeyi Sultan’ın verdiğinin düşüncesinde olup, nimeti vereni unutsaydı, Allah muhafaza Allah’a nankörlük etmiş olacaktı ki bu da Allah’ın gazabını üzerine çekmesine sebep olacaktı…
Cenab-ı Hakk bizlere ve bütün ümmet-i Muhammed’e, Köle Ayaz gibi Rabb’ine sadık, imtihanlar karşısında mukavemetli ve sabırlı olmayı nasip ve müyesser eylesin İNŞALLAH…
TÂCEDDİN MANSUR
Evliyâ'ya Eğri Bakma, Kevn-ü Mekân Elindedir.
Mülke Hüküm Süren Odur, İki Cihân Elindedir.
Sen Onu Şöyle Sanırsın, Sencileyin Bir Âdemdir.
Evliyâ'nın Sırrı Vardır, Gizli Âyân Elindedir.
Mevlana Hazretleri' nin Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin katındaki kıymetini idrak edemeyen birçok insan günümüzde olduğu gibi yaşadığı dönemde de mevcuttu. Bu kimseler fırsat buldukça Mevlana Hazretleri'nin hakkında dedikodu yapar ve kendilerince O’nu eleştirirlerdi. Ne var ki Maneviyat Güneşi Mevlana Hazretleri bunlara itibar etmez, onların hidayetleri için dua ederdi. Bazı zamanlarda ise Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bu dua bereketiyle onların hidayete erdiriyordu. Bu şekilde birçok kimse tövbe ederek hakikati gördü. Bunlardan Taceddin Mansur’un yaşadığı bir hadise şöyledir:
Mevlana Hazretleri'ne muhalefet eden Tâceddin Mansur isminde bir kimse daima Mevlana Hazretleri'ni inkâr eder, O’nun büyüklüğünü kabul etmezdi. Üstelik bunu adet haline de getirmişti. Her fırsat bulduğunda Mevlana Hazretleri'ne kötü ithamda bulunur; kendince; “Yok nasıl himmet edeceklermiş, nasıl onların vesilesiyle kurtuluşa erilecekmiş…” gibi sözler söylerdi. Allah dostlarına da, Tasavvuf yoluna da pek sıcak bakmazdı. İlmi ön planda tutar, gaybi bilgilerle, evliyaullahın manevi salahiyetlerini inkâr ederdi. Bunun yanında aşırı derece de kibirli olan Taceddin Mansur, kibrinden kimsenin uyarılarını da dikkate almazdı. Bu yetmezmiş gibi bir de kendisini ikaz etmeye kalkan kişiyi dövmekten beter ederdi.
Durum böyleyken bir gece kendisini iliklerine kadar titreten, muazzam bir rüya gördü. Öyle bir rüya ki rüyanın azameti bütün zerrelerine işledi.
Rüyasında, azap ehli bir kimsenin ateşten zincirlerle bağlanıp diğer bir Cehennem’e götürüldüğünü gördü.
Bu esnada bunların arasından dört kişi zahir olarak o azap gören şahsa;
—Ey şakî! Ehlullahın sözlerinden hiç bir şey bilmez misin? Okusan da O Allah dostlarının vesilesiyle bu azaptan kurtulsan; dediler.
O şahıs da:
—Ben, Allah erlerinin sözlerinden hiç bir şey bilmiyorum. Lütfeder de bana öğretirseniz, bu azaptan kurtulmama bir vesile, bir sebep olursunuz; dedi.
Hemen o dört kişiden her biri birer kelime öğretirler. O şahıs da o sözleri söyler söylemez, evliyaullahın şefaati ile Allah’ın rahmetine mazhar olarak hemen o azaptan kurtulur.
Bu rüyayı gören Tâcüddin Mansur, rüyadan dehşetle uyandı. Ancak tesirini üzerinden bir türlü atamadı. Çok farklı düşünceler içerisine daldı. Şimdiye kadar maneviyat ehli hakkında, Allah dostlarının gıyabında hele ki Mevlana Hazretleri'nin şahsı ile ilgili ettiği sözleri, sahip olduğu düşünceleri bir bir gözden geçirdi. Tarif edilmez bir korkuya kapılmıştır. Hemen Mevlana Hazretleri'nin dergâhına gitmeye, rüyasını O’na anlatarak tövbe edip affını istemeye karar verdi. Mahçup ve müteessir adımlarla Mevlana Hazretleri'nin dergâhına geldi.
Mevlana Hazretleri'ni kapıda görüp O’na doğru ilerlerken, Gönüller Sultanı Şefkat ve Rahmet Deryası Mevlana da ona doğru gelip:
— Ey Molla Tâceddin! Elhamdülillâh, sizin inkârınız sebebiyle o esir Cehennem azabından halâs oldu. Çünkü bu taifenin kelimelerinden, Ehlullah’ın sözlerinden böyle kurtuluş çareleri vaki olursa, ya onlara sevgi ve muhabbet edenlere iltifat ve himmetleri nasıl olur, artık orasını düşünmek, tefekkür etmek lâzımdır, buyurunca, Molla Taceddin’in dayanacak takati kalmaz.
“Efendim beni affediniz, affım için Cenab-ı Hakk’a dua ediniz. Biz hata yaptık. Hakikati göremedik, kibrimize ilmimize mamur olup, Sizin gibi bir Hak dostunu incittik…” diyerek tövbe istiğfar edip, Mevlana Hazretleri'nden af talep eder.
İlmini, kibrini, her şeyini bir tarafa bırakarak, O Gizli İlimler Cevherinin dervişlerinin arasına dâhil olma şerefine erip, Mevlana Hazretleri'nin manevi evladı olur.
Allah dostlarına itiraz kapılarını açanların, kötü bir son ile ahirete göçtükleri keşif erbabı ve hakikat ehli tarafından bildirilmiştir. Allah dostlarına itiraz eden kimselerin muhakkak ki Allah’ın rahmetinden uzak kalmış demektir. Zira Allah-ü Teâlâ; “Kim Benim veli kuluma düşmanlık ederse Ben de ona harp ilan ederim.”, buyurmuştur. Birçok cahil yahut âlim kimse, Tasavvuf yolunu inkâr etmiş, Allah dostlarına iftira ve hakarette bulunmuştur. Muhiddin Arabî Hz.leri, Aziz Mahmud Hüdâi Hz.leri, Seyyid Nesimi Hz.leri, Hallacı Mansur Hz.leri, Şems Hazretleri ve kıssamıza bahsi geçen Mevlana Hazretleri gibi birçok evliya bu ithamlara maruz kalmıştır. Hakikate gönülleri mühürlü olan bu kimseler, hem Allah dostlarını inkâr etmişler, hem de onların temsil ettiği Rasulullah (sav) Efendimizi inciterek; Allah’ın gazabını üzerlerine çekmişlerdir. Kıssamızda bahsi geçen Tacüddin Mansur gibi Cenab-ı Hakk’ın hidayetinin yetiştiği kimselerde olmuştur. Zira Allah’ın rahmeti büyük, hidayeti sonsuzdur. Ancak herkes Tacüddin Mansur gibi tövbe nimetine eremeyebilir. Bunun için mutlak surette evliyaullahı inkâr ve onların yoluna muhalif hal ve tavırlardan kesinlikle uzak durmak gereklidir. Üstelik onları sevebilmek ve yollarına tabi olabilmek en birincil arzumuz ve duamız olmalıdır. Zira onların bir nefesi cümle belaların define, nice nimetlerin bizlere erişmesine vesiledir. Kıssamız bunu çok iyi örneklendirmiştir. Şayet böyle olmaz da Allah muhafaza inkârcılardan olursak ki bu çok feci bir haldir. Bu duruma düşenlerin halini, bu yolun büyüklerinin ifadeleriyle nakletsek, yerinde olur:
Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretleri der ki: "Bu zamanda mürşid-i kâmillere, şeyh efendilere karşı münkirlik (inkârcılık) edenler, asr-ı saadette yaşamış olsalardı, Peygamber Efendimize karşı da Allah muhafaza itiraz ederlerdi"
Şeyhülislam Hirevi Hazretleri: "Allah dostlarına gizli ve aşikâr buğz etmek öldürücü zehirdir. Onları kötülemek, yermek, ayıplamak ebedi nimetten mahrumiyeti gerektirir. Allah, her kimin perişan olmasını dilerse, onu aleyhimize düşürür. Bizi ayıplamaya ve gıybetimizi etmeye başlar."
Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri buyurmuştur: "Ululuk sahibi Allah’ın kullarından, velilerden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar. Onların kehribarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler. Kehribarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler."