Hayatı

Abdullah Babanın Hayatı
Hayatı

İslam âleminin ve Tasavvuf yolunun müstesna bir ferdi, ilim, irfan, edep, tevazu, ask ve vecd hali ile, Islam'in rahmet kapılarını insanlığa açan Hadim-ül Fukara Nevşehirli Abdullah Gürbüz (KS) Hazretleri 5 Nisan 1933 yılında Nevşehir ilinin Herikli Mahallesinde Dünyaya teşrif etmişlerdir.

4 erkek, 1'i kız, 5 kardeş olan Abdullah Baba(KS) Hazretleri'nin Babası, Nevşehir eşrafından (Gubbasanogullari) lakabıyla tanınan Mahmut efendi, muhterem valideleri ise Feride hanımdır.

Abdullah Baba (KS) Hazretlerinin daha çocuk yaslarda iken, pek çok harikulade halleri ve rüyaları cereyan etmiştir. Emsalleri ile oynamaya ve eğlenmeye iltifat etmeyerek Allah-u Teâlâ Hazretlerine kul olmanın en büyük saadet olduğunu anlamış ve küçük yaslardan itibaren, Hak'k yolda mücadele etmeye başlamıştır. Bunun yanında da elinden geldiği kadar insanlara yardımcı olmaya çalışmıştır. Uçsuz bucaksız bir feyiz kaynağı olan Abdullah Baba (KS) Hazretleri, henüz 7 yaşlarında iken bebesi Mahmut Efendi, Kurşunlu Camii İmamı Saatçi Hafız Efendiye götürür ve ona Kur-an'i Kerimi öğretmesini söyler. O Camide, hem Kur-an' Kerim öğrenip, hem de Müezzinlik görevini sürdürür. Fatihayi Şerifi her okuduğunda “Bu ümmil kitaptır, bunun sırrına mahzar olalım Ya Rabbi” , diye ağlar, dualar eder.

Abdullah Baba (KS) Hazretleri genç yasta ticarete atılmış ve henüz 17 yaşında iken muhterem zevceleri, Âmine Hanim ile evlenmişlerdir. 3'ü kız, 3'ü erkek, 6 çocukları olmuştur. Fakat Züleyha ismindeki kızı ve Ebubekir ismindeki oğlu küçük yasta vefat etmişlerdir.

Bu ikisinden hariç, 1953 yılında büyük kızı Hatice dünyaya gelmiştir. Bundan sonra 7 yıl çocukları olmamış, 1960 yılında, ikinci çocuğu Hasan dünyaya gelmiştir. 1964 yılında ortanca kızı Aişe ve 1966 yılında da küçük oğlu Nuh Naci dünyaya gelmiştir.

1953 yılında askere giden Abdullah Baba (KS) Hazretleri 1956 da, askerlik vazifesini tamamlayarak memleketine döndükten sonra, bir yandan ailesinin nafakasını kazanmak ile uğraşırken, asil gayesi olan Allah'a kulluk görevini yerine getirmek için ibadetler yapıyor, ayni zamanda ilim kitapları okuyordu, bunlar arasında, Saidi Nursi Hz.lerinin risalei nur külliyatını büyük bir ihlas ve samimiyetle okumaya devam eder. Aradan bir müddet geçer ve o zamanda Said-i Nursi Bediüzzaman Hazretleri rüyasında ona risalesinin tamam olduğunu ve Kadir-i Tarikatından bir Mürsid-i Kamile intisap etmesini söyler. Rüyayı gördüğü günün sabahı Sih Aga isminde bir zat evlerine gelerek;

Sen, bugün ne rüya gördün?, diye sorar. Daha sonra Sih Aga cebinden bir kağıt çıkarır;

“Abdullah Efendi, bu ders, Abdülkadir Geylani Hz.'lerinin dersidir”, buna iyi çalış, diye nasihat eder. Bundan sonra, onun verdiği dersi çekmeye baslar, bir yandan da baba mesleği olan deri imalatçılığına devam ederek imal ettiği derileri, civar illere götürüp satar, bu şekilde geçimini sağlardı.

Bir gün İskilip’e deri satmaya gider ve asil tasavvuf yolundaki en önemli yolculuğu bu vesile ile baslar. Kendisi, Çorumda ki, Mürsid-i Kamil Hacı Mustafa Anaç (KS) Hz.'leri ile görüşüp 1960 yılında gördüğü rüyasını o zata anlatmış ve ondan da Rufai dersi almıştır.

Bu tarihten itibaren Abdullah Baba (KS) Hazretleri bir takim manevi haller yasamaya baslar ve içindeki yangını söndürecek, kendini Allah ve Resulüne vasıl edecek Hak dostu bir Mürsid-i Kamili, Cenabı Zülcelal Hazretlerinden niyaz eder ve bu yakarışı sonunda rüyasında 1965yilinda, Hızır (AS) ve Adem (AS)'in işareti ile Antep de bulunan Kadiri üstadı Muhammed Bilal Nadir (KS) Hazretlerine intisap etmiştir.

Bilal Nadir Hazretlerinin himmet ve feyzi ile kısa zamanda kendisinde büyük manevi değişimler zuhur etmiştir fakat Bilal babanın 1969 yılında vefat etmesinden dolayı durmayarak, kendisini Hakka vasıl edecek olan Mürsid-i Kamili istiharesinde Hızır (AS), İlyas (AS) ve Zekeriya (AS)'in işareti ile, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine intisap etmiştir.

Bundan sonra Abdullah Baba (KS) Hazretleri gönlündeki volkanı bir nur seli halinde akıtacak, Ledünni İlminin anahtarını verecek, gayelerin gayesi olan Allah'a kavuşturacak, O'na teslim edecek zatı bulmuş ve üstadına tam bir teslimiyet göstererek manevi yolda ilerlemeye başlamıştır. Bununla beraber maddi yönden sıkıntılı ve çok meşakkatli günleri olmuş ama bir an dahi Hakk’ın rızasından ayrılmamıştır.

1971 yılında üstadı ayakkabı alıp satmasını söyler ve bu tarihten itibaren kundura isine baslar. Bir yandan ailesinin geçimi için çalışıyor diğer yandan Allah ve Resulüne olan bağlılığı, muhabbeti gün geçtikçe artıyordu.

Çorumlu Haci Mustafa Anaç Hazretleri, Abdullah Baba (KS) Hazretlerinde ki cevheri görmüş ve onun vuslata erebilecek kabiliyette birisi olduğunu anlayarak manen onun yetişmesi için çalışmıştır.

1978 yılına gelindiğinde Abdullah Baba (KS) Hazretleri Konya ya Mevlana Celaleddin-i Rumi (KS) Hazretlerini ziyarete geldiklerinde, türbenin hizmetinde bulunan bir zat kendisine iltifat göstererek;

Efendim, bu gece dîvan burada toplandı. Size manevi görev verilmesi için işaret ettiler. Mevlana hazretleri sizin için çok hoş şeyler söyledi. Bütün piranlar tasdik ettiler ancak Muhammet Nakşibendî hazretleri daha erken olduğunu söyledi ve ileri bir zamana tehir ettiler. Sizinle tanışmak istedim, bizlere duacı olun, der.

Yıl 1980'e geldiğinde ise Abdullah Baba (KS) Hazretleri rüyasında kırklar divaninin toplandığını ve orada bir takim sorular sorup o hali müşahede ettiğini görür. Ertesi gün üstadı çorumla Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine giderek gördüğü rüyasını anlatır. O zat da kendisine;

Masaallah, Sübhanallah evladım kırklar divanına girmişsin. Sen hayret makamında görmüşsün. İbrahim Hakki hazretleri de böyle hayret etmişti de hayret makamında su dizeyi söylemişti.

Hak serleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Arif ani seyr eyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Ancak gece ve gündüz çalışmamız lazım, köy köy, kasaba kasaba, kaza kaza dolaşıp, "Allah’ı unutan bu millete, Allah’ı sevdirmeyi ona kul olmayı öğretmeliyiz", der.

1982 yılında üstadının işareti ile itikâfa girmiş, Nefsin yedi makamını aşarak Seyri sülûkunu tamamlamıştır. Artık Abdullah Baba (KS) Hazretleri, denizlerin kendisine aktığı bir umman olur.

Yaşadıkları dönemde, insin ve cinnin en hayırlısı ve en şereflisi olan Mürsid-i Kamil zatlar, Hakk'a arz olunduktan sonra yer ehli, gök ehli, bütün alemler bu zatları tanırlar. Onlar için;

Peygamber Efendimiz (s.a.v) söyle buyurmuşlardır:

- Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'e (a.s.) ;

- Ben onu seviyorum. Sende sev der.

Cebrail'de o kulu sever. Gök halkı arasında Allah ( c.c ) filan kulu seviyor sizde seviniz diye haber verir. Onlarda onu severler, sonrada yeryüzünde müminlerin kalbine onun sevgisi yerleştirilir .”(R.Salihin C:2/S:327)

Allah'u Teâlâ Hazretleri onlar hürmetine yağmur verir, onların hürmetine zor işler kolay olur. Onların duaları ret olunmaz. Çünkü onlar halkın içinde Hak ile bir olmuşlar, Cenabı Zülcelâl Hazretlerinin zatında değil, sıfatlarında fani olmuşlardır. O zatlar için hiçbir zorluk yoktur. Onlar, yeryüzünde ki seçilmişlerin seçilmişidir. Onlar, Allah-u Teâlâ Hazretleri tarafından hem bu dünya da, hem ahret de müjdelenmişlerdir

İtikâftan çıktıktan sonra, Çorum'a Üstadının yanına Nevşehirlilerle beraber gider ve Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri orada bulunan cemaate;

-“Oğlum Abdullah ile bu fakirin sekline suretine, şeytan giremez, rüyada kendisini görürseniz sahihtir.” der.

Yine 1982 yılında üstadımız Abdullah Baba (KS) Hazretleri bir rüya görür rüyasında;

Büyük bir caminin içerisinde, bütün peygamberlerin, sahabelerin ve piranların ve evliyanın olduğu halde kendisine vaaz etmesi söylenir ve o mübarek topluluğa sohbet etme şerefine nail olur. Bu haleti ruhiye içerisinde uyandıktan sonra ertesi gün üst adinin yanına giderek yaşadığı hadiseyi anlatır. Çorumlu Hacı Mustafa Hz.leri; Maşallah evladım, zaten Bilal Nadiri hazretleri, sana çok teveccüh etmiş, çok sevmiş. Nakib-i Nukaba makamına kadar getirmiş, bundan sonra her yere ders verebilirsin, çavuş, nakip yapabilirsin. Üç tane hilafet yazdım, piranlar mühürledi, ama Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz mühürlemedi. İnşallah ölmeden önce açıklayacağım, bir bayram yapacağız der.

Abdullah Baba (KS) Hazretleri ise;

Aman efendim bir şey istemiyorum, “İlahi Ente Maksudi ve Rizake Matlubi Ya Hazreti Allah” der.

Çorumlu Haci Mustafa Efendi Hazretleri kısa bir süre sonra Nevşehir’e ziyarete geldiğinde, orada bulunan talebelerine Nevşehir den bir güneş doğacak bütün cihanı aydınlatacak, diye söyler.

Bu arada Abdullah Baba (KS) Hazretleri adım adım maksadına doğru ilerliyor, insanları Hak yola davet ediyordu.

1984 yılı içerisinde mana âleminde kendisinin, Peygamberlerin, piranların, mezhep imamlarının ve büyük bir cemaatin Cuma Namazı kılmak için toplandıklarını müşahede eder ve yine orada kendisine vaaz etmesi telkin edilir ve orada vaaz eder.

Ertesi gün Çorum'a üstadının yanına gider ve rüyasını anlatir.

- “Masaallah! Evladım, sen irşat ile vazifelendirileceksin! Böylece insanlara Hakkı anlatıp onları doğru yola getireceksin” buyurur.

Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri sağlığında emanetleri teslim edecek bir Mürsid-i Kamil yetiştirmenin sevk ve muhabbeti ile Muharrem ayında, 29 Eylül 1984 tarihinde, kendi fakirhanesinde, Abdullah Baba (KS). Hz.'leri ile birlikte Nevşehir den gelen bir grup ihvanın olduğu zikir halakasinda, çok sevdiği Rabbisine kavuşmuştur.

Abdullah Baba (KS) Hz.'leri, üstadının vefatından sonra insanlara vaaz ve nasihatlerde bulunarak her dem Hakk’ın rızasını gözetmiştir. Üstadının vefatından 1 yıl sonra 1985 yılının 20 Şubat’ında bir rüya görür.

Rüyasında;

Resûlullah (s.a.v.) (s.a.v), evliyaullah ve 12 Piran hazretlerinin bulunduğu bir mecliste Abdulkadir Geylani Hz.'leri bir beyaz kâğıt uzatır ve;

Bu senin irşat icazetindir, der.

Efendi Hazretleri;

Efendim ben ümmiyim, vazife istemiyorum. Derviş olayım, bana kâfidir der. 3 defa bu teklif kendisine yapılır. Efendi Hazretleri reddeder. O esnada Mevlana (KS) Hazretleri de;

“Evladım, herkes ben şeyh olayım, Mürsid-i Kamil olayım diye ağlayıp sızlanırken, sana teklif edildiği halde, sen reddediyorsun” diye söyler.

Bunun üzerine Abdullah Baba (KS) Hazretleri;

“Bu çok mesuliyetli, veballi bir vazifedir. Ben ümmiyim. Üstelik piranlardan vazife alanların helak olduklarını çok gördük”. Eğer bana Resûlullah (s.a.v.)efendimiz vazife verirse, bende bunu kabul ederim, buyururlar. Böyle söyleyince, Resûlullah (s.a.v.)efendimiz memnun olur ve tebessüm ederek;

Evladım Abdullah, senin istediğin 5 Nisan da verilecek, buyurur.

Nihayet 5 Nisan 1985 mübarek Cuma gecesi Efendi Hazretleri ümmeti Muhammedi irşat ile vazifeye getirildiği günü mana âleminde seyreder.

O gece Çorum da, bütün geçmiş Peygamberler (AS) bir yerde, piranlar bir yerde, mezhep sahipleri bir yerde, velhasıl herkes intizamla yerlerinde toplu bir halde iken Resûlullah (s.a.v.)efendimiz, mübarek parmağındaki mührü önünde duran süslü bir icazete basar. Sarı renkli bir mühür daha alarak aynı kâğıda tekrar basar ve ardından mübarek ağzından şu kelimeler dökülür;

“Bunu mu istiyordun, evladım Abdullah”

İşte bu esnada Efendi Hazretlerinde bir takim haller meydana gelir ve kendisine talebe olacak insanların hepsini gösterirler. Efendi Hazretleri sayısını ancak Allah’ın bildiği, kendisine talebe olacak bu topluluğu görünce;

Ya Resûlullah! Bu insanlara nasıl yetişeyim ve nerede bulayım der.

Resûlullah (s.a.v.)Hazretleri de;

Bazen onlar senin ayağına, bazen de sen onların ayağına gideceksin. Hakkı ve Sabri tavsiye et. Kalpler Allah’ın elindedir, bundan sonra ismin Hadim-ül Fukara dir, evladım, buyururlar.

Abdullah Baba (KS) Hazretleri 1985 yılında irşat vazifesine başlayarak Yurtiçinden ve Yurtdışından binlerce talebesine Allah ve Resulünün sevgisini aşılamaya ve bu gaye ile hayatlarını sürdürmeleri için önlerinde her zaman ışık olmuştur.

O tarihten itibaren memleketinden ziyade Yurtiçi ve Yurtdışı seyahatlerinde bulunarak gittiği her beldede insanlara vaaz ve nasihat ederdi. Mübarek zatin pek çok kerametlerini bizatihi gören insan sayısı oldukça fazladır. Sohbetlerinde her zaman Allah ve Resulünün söylediklerini düstur edinmemizi ve hayatımızı bu ölçüde yaşamamızı öğütlerdi. Âlim, ilim adamı ve çeşitli meslek gruplarından feyiz ve sohbetinden istifade eden pek çok kişi var idi.

Kendisi ayni zamanda Mevlevi üstadı olup Mevlana ve Şems Hazretlerinin çağlar üstü açtıkları aşk ve muhabbet yolunun mürebbisi ve önderi idi. Gerek Yurtiçinde ve gerekse yurtdışında sema gösterileri tertip ederek insanlara;

‘‘Gel, gel yine de gel, bin kere tövbe şişesini kırsan da yine gel. Bu dergâh ümitsizlik dergâhı değildir'' sözü ile kucak açmış, şefkat ve merhamet ile yaklaşmıştır.

Âlemlerin efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)'in her hal ve hareketini hayatinin her zerresinde tatbik ederek, Ümmet-i Muhammed'e ışık tutmuştur.

Büyük mürşidin, ilim ve irfan neşri, güzel âleme kavuşmasına sebep olan hastalığına kadar devam etmiş, 19 yıl irşat seccadesinde oturmuşlardır.

Sureti ve sireti şeriatı mudahharaya ve sünnet-i seniyyeye uygun, güzel tabiatlı, zahit, cömertliği ve elinin açıklığı herkese şamil, kutsi nefesleri ve açık kerametleri ile tanınmış kâmil bir mürşit idiler.

Vefatlarına sebep olan hastalığına 15 gün kala talebelerine haber göndererek, kendisinin Hakk yolcusu olduğunu ve görmek isteyenleri kabul edeceğini duyurmuş ve binlerce insan onu son kez dünya gözü ile görmek ve helalleşmek için Nevşehir’e gelmişlerdir.

Nihayet (Külli nefsin zaikatül mevt) ayeti celilesi fehvasınca, fena diyarından beka diyarına, 2004 Muharrem ayinin 23.günü Pazar sabahı sayılı nefeslerini ikmal ederek, hayati boyunca hasreti ile yanıp tutuştuğu Resuller Resulüne kavuştu.

Vefat haberi duyulunca sanki yer yerinden oynadı, binlerce insan o büyük mürşidin cenazesine katılmak ve salına dokunmak için bir birleri ile yarıştı.

Daha sonra Nevşehir Kurşunlu Camiine eller üzerinde gelen mübarek naasi, öğle namazına müteakip kılınan Cenaze Namazından sonra tekrar eller üzerinde ve Tevhid-i Serifler okuyarak, cemaati kübra halinde Kaldırım Mezarlığında o büyük mürsidi ebedi âleme uğurladılar. (Kaddesallahü Esrarehül Âliye)

Abdullah Baba Hazretlerinin maddi varlığı gözler önünden çekilmiş fakat manevi varlığı gönüllerde idi ve gönüllerde kalacaktı.

Allah-u Teâlâ Hazretleri, o mübarek zati rahmeti ile kuşatsın, sevenlerinin üzerinde himmet ve feyzini daim kilsin.

Abdullah Babanın Doğumu
Doğumu

Mahmut Efendi ve Feride annemizin bu çocukları arasında Abdullah Baba’nın her yönden farklılığı daha doğumundan itibaren kendini göstermeye başlar. Öyle ki dünyaya gelişinden itibaren altı ay kadar bir süre, sürekli, ağlar. Henüz altı aylık bir çocuğun sürekli ağlamasından korkarak doktora götürürler. Doktorlar da bir çare bulamaz. Zira çocukta en ufak bir rahatsızlık, vücudunda bir hastalık yoktur. Dünyalar güzeli nur yumağı, sabi bir yavru acaba neden bu şekilde ağlıyor?... Bu olaydan birkaç gün sonra bir meczup zât evlerinin kapısını çalar:

─ Siz bu çocuğun neden ağladığını biliyor musunuz? diye sorar

Onlar da bilmediklerini ve bundan dolayı çok üzüldüklerini, doktorların dahi bir çare bulamadığını ifade ederler.

O Meczup zât onlara şu cevabı verir;

─ Sizin evladınız hak katında pek kıymetli bir kişi olacak! Bu sabi yavrunun ağlaması ümmeti Muhammed içindir! Siz onu anlayamazsınız! Eğer ağlamasının kesilmesini istiyorsanız; bu çocuğu kabristana götürün, ağlaması kesilir.

Anne ve babası biraz şaşırır fakat başka bir çare kalmadığı için kabristana götürürler. Nihayetinde o meczup zâtın söylediği gibi olur ve ağlaması kesilir.

Yine Abdullah Baba (ks), henüz sekiz aylık iken ağır şekilde ateşlenip, hastalanmıştır. O dönemde şimdi ki gibi doktor bulmak kolay olmadığı için, kendisini orada tanınmış takva sahibi, âlim bir hoca Efendiye götürürler. Hoca Efendi çocuğu görünce anne ve babasına:

─ Bu çocuğu iyi muhafaza edin. Herkese pek göstermeyin. Nazar değebilir. Zira bu çocuk ileride çok maneviyatlı bir kimse olacak. Hatta kendisi vefat edeceği zamanı önceden söyleyecek, der.

Bu yaşanan hadiseden sonra annesi, oğlunun incinmesine ve üzülmesine sebebiyet verecek durumlara karşı daha dikkat eder olmuştur.

Yine bir gün Muhterem valideleri Feride Hanım rüyasında geniş bir yol görür. Bu gördüğü yolun sonu Mekke’ye çıkar. Yolun sağına ve soluna fidanlar dikerek o yolda yürürken, vakit ikindiyi geçmiş akşama yaklaşmıştır. Kendi kendine şöyle düşünür;

“Şimdi, yanıma Ahmet’i çağırsam o çalışıyordur. Âdem’i çağırsam onun da yaşı daha çok küçük, bana yardımı olmaz. En iyisi Abdullah’ı yanıma çağırayım da fidanları o diksin” der ve Abdullah Baba, annesinin elinden fidanları alır, yolun sağına ve soluna dikerek Mekke’ye doğru ilerler. Gördüğü bu rüyadan çok etkilenir. Üstadı Çekiçlerli Ahmet Efendiye bu rüyayı anlatır.

O zât Feride Hanıma,

─ Evladım! Rüyan; oğlun Abdullah’ın ileride, insanları irşat eden, insanları hak yola çağıran büyük bir zât olacağına işaret ediyor. Allah mübarek etsin, der.

Ve Feride Hanım’ın bundan sonra oğlu Abdullah’a ilgi ve alakası daha da artmış, hem de ona bir zarar gelmesinden, nazar değmesinden çekinir hale gelmiştir.Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin iki çeşit evliyası vardır.

Biri; Allah-ü Teâlâ’yı seven evliyadır. Bu zâtlar belli bir yaşa kadar bir takım hatalar, günahlar işlerler ve daha sonra yaptıklarına nedamet duyarak tövbe ederler. Nefsi ile çetin mücadelelere girerek Allah’a dostluk kapısını açarlar. Tasavvuf yolunda büyük hizmetleri olan Bişri Hafi Hz.leri, Habib-i Acemi Hz.leri gibi, mübarek zâtlar bu zümredendir.Diğer bir evliya zümresi ise Allah’ın sevdikleridir.

Bu zâtlar ise daha doğduklarından itibaren ilahi muhafaza altındadır. Günah-ı kebairden uzak, yalnız Allah-ü Teâlâ Hz.lerine layık bir kul olabilme mücadelesine çocukluğundan itibaren başlayan kimselerdir. Böylesi zâtların çocukluk dönemlerinde pek çok harikuladelikler zuhur eder. Cenab-ı Hak, o kulunu, insanlara irşad için gönderdiğini daha küçük yaşlarda insanların kalbine ilham eder.

Pirimiz Abdülkadir Geylani Hz.leri, Pirimiz Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz.leri ve daha nice evliya-ı kiram bu zümredendir.

Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hz.leri Allah’ın sevdikleri zümresine dâhil olan örnek bir şahsiyettir. Ve ileride insanları irşad ve terbiye edeceği, o dönemde ki Allah Dostu zâtlar tarafından, müşahede edilmiş ve haber verilmiştir. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin bazı dostları daha çocuk yaşta olmalarına rağmen, her hal ve hareketlerini Hakkın rızasına uygun yaşamaya çalışmışlar, asla Allah’ın (cc) razı olmadığı amelleri işlememişlerdir.

Cenab-ı Zülcelal Hazretleri, peygamberlerine ihsan etmiş olduğu güzelliklerin bir benzerini onların varisi olan Mürşid-i Kamil zâtlara da bahşetmiştir.

Allah-u Teâlâ Hz.leri Kur’an- Kerim’de şöyle buyurmuştur;

“Daha çocukken, O’na hikmet katımızdan kalp yumuşaklığı ve safiyet verdik” (Meryem /12,13) buyurmaktadır.

Allah-u Teâlâ Hazretlerinin her dönemde kullarını irşat için böyle seçilmiş zâtları bulunmaktadır.

Abdullah Gürbüz (ks) Hazretlerinin de, daha çocuk yaşlarda iken, pek çok harikulade halleri ve rüyaları cereyan etmiş. Allah-u Teâlâ Hazretlerine kul olmanın en büyük saadet olduğunu anlamış ve o yaşlarda, Allah-u Teâlâ

Hazretlerine kul olmanın mücadelesini vermiş, bunun yanında da elinden geldiği kadar insanlara yardımcı olmaya çalışmıştır.

Abdullah Babanın Çocukluğu
Çocukluğu

Bizlere hayatımızın her noktasında ışık tutan, Üstadımız Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri, çocukluk dönemini şöyle anlatır:

Küçük yaşta iken Fatiha-ı Şerife’yi öğrenip, mealini de bir hoca Efendiden öğrendikten sonra, “Bu Ümmül Kitap’tır, bunun sırrına mahzar olalım Ya Rabbi”, diye ağlardım.

Yedi yaşıma geldiğimde annem ve babam; “bu çocuk kafayı bozacak”, diye beni odaya kilitlerdi. Kapının üzerinde bulunan kemerlerin arasından geçer, “Allah” diyerek, üç metre yüksekten kendimi aşağıya bırakırdım ve beni meleklerin tuttuğunu müşahede ederdim.

Sabahları seherlerde kalkar, sabah namazı için Hoca Efendiyi uyandırırdım. Hoca Efendinin bana verdiği büyükçe anahtarı alır, doğruca camiyi açmaya giderdim. Daha küçük olduğum için, kapıyı açmaya gücüm yetmezdi. Sabah namazına camiye gelen ihtiyarların yardımıyla kapıyı açardım. Gelen cemaat:

“Evladım Abdullah, haydi bir Ulu!” derlerdi.

Ezanın aslı gibi Arapça okunmasının yasak olduğu bu dönemlerde, “Tanrı uludur, tanrı uludur, tanrıdan başka yoktur tapacak” diye ezan okurdum.

Yaşadığımız o zamanlar insanların inanç noktasında çok sıkıntı çektikleri bir devirdi. Kadınlar çeşmeye gittiklerinde başörtülerini açarlardı. Kur-an’ı Kerim okuyanlar tutuklanırdı. Ben de herşeye rağmen Allah’ın (cc) Kelamı, Kur’an-ı Kerimi öğrenmek için hocalara gittim ve onlardan ders almak istediğimi söyledim. Ancak dini bilgiler almak yasaklandığı için, Hoca Efendiler;

“Abdullah, bu yaştan sonra hapse giremeyiz, kusura bakma, öğretemeyiz” dediler.

Daha sonra benim ısrarım üzere babam, Kurşunlu Camii İmamı Saatçi Hafız Efendi’ye ricada bulundu ve bana Kur-an’ı Kerim’i öğretmesini istedi. O camide hem Kur’an-ı Kerim öğreniyor, hem de müezzinlik yapıyordum. Elif cüzü bitirmiş Ammeye geçmiştik. Bir gün, camide mum ışığında Kuran okurken, polisler baskın yaptılar. O gün, hem Hoca Efendiyi hem de beni; “Siz niye Arapça Kuran okuyordunuz?” deyip, dövdüler.

“Kur-an’ı Kerim öğrenmemize neden müsaade etmiyorlar?” diye üzülürdüm. Bazı geceler de, rüyamda; gayet nurani, sarı sakallı bir zât gelir ve bana Kur-an’ı Kerim öğretirdi. Ben de aynı şekilde öğrettiklerini tekrar ederdim.

Bir gün, bu yaşadığım durumu hocama anlattım. Kendisi de çok şaşırdı. Fakat hocama anlattıktan sonra o zâtı bir daha rüyamda göremedim.

İlkokula giderken müzik ve tarih dersine gelen öğretmenlerimiz beni çok sever ve korurlardı. Ezan-ı Muhammedi okunduğunda bana; “Hadi Abdullah sen namaz kılmaya gidebilirsin” diye izin verirlerdi.

Yine çocukluğum döneminde pek çok rüyalar ve haller meydana geliyordu.

Bir defasında rüyamda Cebrail (as)’la görüştük. Ay ve Güneş’in bana selam verdiklerini gördüm. Birinin kız, birinin erkek gibi olduğunu, Güneşin (geceyi gündüz yapan) sabaha, Ay’ın ise; geceye ait olduğunu, semadaki yıldızların da insanlara ait olduğunu müşahede ettim.

Dini bilgilerin öğrenilmesi ve tatbik edilmesi hemen hemen imkânsız olduğu o sıralarda yaşadığım bu hadiseleri kimseye anlatmıyordum. Bunun yanı sıra tasavvufa karşı içimde bir muhabbet, bir sevgi oluşmuştu. Allah’ın dostlarının ismini duyduğumda dahi içimde bir ürperme meydana gelirdi.

Annem, Aksaraylı Hacı Ahmet Babanın zakiri olması sebebiyle, bana da Veysel Karani Hz.lerinin, Yunus Emre Hz.lerinin, Ahmet-i Kuddusi Babanın ilahilerini öğretirdi.

Üç aylar geldiğinde Nevşehir’in civar köylerinden Nar köyü, Üçhisar köyü ve Göre köyünde oturan dervişlere üç aylık evradı şeriflerini götürmemi, onlara tesbihatları nasıl çekeceklerini tarif etmemi söylerdi. Ben de oralara gider, tarif ederdim.

O dönemde mahallemizde dul bir kadıncağız otururdu. Geçim sıkıntısı çekiyordu. Ben de babam zengin biri olmasına rağmen kendi işimi kendim yapardım. Yün çorap eskisi, bakır eskisi, kayısı çekirdeği toplar, satardım. O zaman için (iki buçuk lira) para alırdım. Bu da iyi para idi. Kazandığım bu parayı alır, o dul kadıncağıza verirdim. Aradan bir müddet geçmişti. Babam, benim bu şekilde çalıştığımı duymuş. Eve geldiğimde beni dövdü:

─ Oğlum, sen benim şerefim ile oynuyorsun. Ben hatırı sayılır bir esnafım. Senin bu yaptığın işler doğru değil”, dedi.

Bu arada annem de beni babama karşı savunuyordu. Babamın bu şekilde bana bağırıp çağırdığını duyan dul kadıncağız, kapıyı çaldı. Babama dönerek:

─ Mahmut Efendi, Abdullah’ı dövme! Allah (cc) razı olsun, ondan başka kimse halimi düşünmüyor. O, çocuk yaşta olmasına rağmen, durumumu anlayıp her gün bana, iki üç lira getiriyor. Onun verdiği ile geçiniyorum, dedi.

Anneme dönerek:

─ Anne, babamın zenginliği kendisine aittir. Bizim de çalışıp rızkımızı kazanmamız gerekiyor, dedim

İlkokulu bitirdikten sonra, dericilik işi ile uğraşayım da, kardeşlerime yardımım olsun diyerek, deri tabakçısının yanında işe başladım.

Böylelikle, Abdullah Gürbüz (ks) Hazretleri, daha küçük yaşta olmasına rağmen çalışmaya başlamış, ticaret hayatı boyunca doğruluktan asla ödün vermemiştir. Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin; “Doğru tüccar Allah’ın dostudur” Hadis-i Şeriflerini kendisine düstur edinmiş, alnının teri ile çalışıp, Allah’ın vereceği rızka razı olmuştur.

Abdullah Babanın Gençliği
Gençliği

Abdullah Baba (ks) genç yaşta ticarete atılmış ve henüz on yedi yaşında iken muhterem zevceleri Âmine Hanım ile evlenmişlerdir. Üçü kız üçü erkek, altı çocukları olmuştur. Fakat Züleyha (Cemanur) ismindeki kızları iki yaşında Çiçek hastalığından dolayı vefat etmiştir. Efendi Hazretlerinin, çocuklarının isimleri tarihleri ile birlikte şöyledir;

1953 yılında büyük kızı Hatice dünyaya gelmiştir. Bundan sonra yedi yıl çocukları olmamış, 1960 yılında, ikinci çocuğu Hasan dünyaya gelmiştir. 1964 yılında ortanca kızı Aişe ve 1966 yılında da küçük oğlu Nuh Naci dünyaya gelmiştir.1953 yılında askere giden Efendi Hazretlerinin, askerde iken bir kızı bir de oğlu dünyaya gelmiştir. Kızı, yukarıda bahsettiğimiz, Hatice’dir. Oğlunun ismi ise Ebubekir-i’dir. Fakat oğlu vefat etmiştir

1956 da askerlik vazifesini tamamlayan Abdullah Baba, memleketine döndükten sonra, bir yandan ailesinin nafakasını kazanmak ile uğraşırken, asıl gayesi olan Allah’a kulluk görevini yerine getirmek için ibadetlerine devam ediyor, ilim kitapları okuyordu. Buna Said-i Nursi Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur kitaplarını okuyarak başlayan üstadımız aradığını bulamıyordu. İçindeki yangını söndürecek çareyi arıyordu. Sürekli bir çıkış yolu arayan muhterem üstadımız, tasavvuf yoluna girişine vesile olan yaşadığı hadiseleri bize şöyle anlatmıştır:

1956 da askerden geldikten sonra bir müddet Bediüzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatını okumaya devam ettim. O dönemlerde Memleketimizde tasavvufi yönden çalışmalar yapan cemaatler yok idi. Ben de buna çok üzülürdüm.

Fatihayı Şerife yi her okuduğumda bir titreme hâsıl olurdu:

“Ya Rabbi ne olur şu mübarek âyet-i kerimede geçen, inam ettiğin, ihsan ettiğin, övdüğün, Sırat-i Müstakim üzere giden o nurlu yola bizi de dâhil eyle”, diye sürekli Allah-u Teâlâ Hazretlerine dua ederdim. Değişik şekillerde rüyalar görür, gece gördüğüm rüyaların aynısını gündüz yaşardım. Rüyalarım hep sahiha olurdu. Bunun yanında peygamberlerin hayatlarını okur, hep hayatını okuduğum Peygamber Efendilerimiz ile rüyamda görüşürdüm.

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur kitaplarını okuduğum dönem içerisinde, bir gece rüyamda Ay’a çıktım. Ay’ın cismi beyaz ve kayalıktı, toprağı, bizim Nevşehir’in ilçesi Avanos’un toprağına benziyordu. Said-i Nursi Hz.leri, Risale-i Nur okuyanların ihlâslı olanlarını davet etmiş, herkes oraya toplanmıştı. Ben de o topluluğun ön tarafında duruyordum. Bu esnada Said-i Nursi Hz.leri beyaz bir elbise, üzerine beyaz bir cübbe giymiş, başında beyaz takke, beyaz sarık, bıyıkları kısa kesilmiş, heybetli bir şekilde geldi, selam verdi. Selamını aldıktan sonra:

“Elhamdülillah, senin gibi bir evliyayı gördüm” dedim. Bu esnada dizlerimde derman kalmadı, olduğum yere oturdum.

Said-i Nursi Hz.leri diğer topluluğun yanına gidip selam verdi, daha sonra benim karşıma geçip namazda oturur gibi oturdu. Ben de:

“Ya Rabbi! Zamanın evliyasının karşısında oturuyorum benim günahımı affet. Seni nasıl zikretsem de, bu evliyan beni sevse” diye dua ettim. O anda kalbimden;

“Estağfurullah el-aziym” demek geldi. Sonra “Bismillahirrahmanırrahiym”, “Salâvat-ı Şerife”, “La ilahe illallah”, “Allah Allah”, “Hay Hay”, “Hu Hu” diye tarikat ehli gibi zikir yapmaya başladım. Bu arada dizlerim yerden kesilip, havalanmaya başladım. Said-i Nursi Hz.lerinin hizasını geçince, dedim ki;

“Uçayım da etrafında sema edeyim”, “Hay Allah” diye etrafında pike yapar gibi uçmaya başladım. Bir müddet döndükten sonra, Said-i Nursi Hz.leri; kalben;

“Aşağıya in”, işareti verdi. Yine kalben;

“İn evladım yeter”, dedi.

İndikten sonra karşısına geçip rabıta halinde durdum.

Said-i Nursi Hz.leri:

─ Evladım, bir Mürşidi Kamil bulacaksın. Kadir-i tarikatına müntesip olacaksın. Senin risalen tamam, dedi. Ben de kendisine:

─ Efendim ayrılmak istemiyorum, dediysem de; o mübarek zât:

─ Hayır, evladım sen istihare yap, dedi.

─ Peki, Efendim, dedim ve uyandım.

Ertesi gün evimize, Beyazın Şıh Ağa lakabında, her insanla fazla konuşmayan, Ramazan Ayında itikâfa giren, dili biraz kekeme olan o zât geldi. Arada bir ziyaretimize gelen Şıh Ağa, annemin de üstadı olan Aksaraylı Hacı Ahmet babaya bağlıydı.

─ Hoş geldin Şıh Ağa, buyur içeri gir, dedim.

─ Sağ ol Abdullah, ben bağa gidiyorum, girmeyeyim. Sen, bugün rüyanda ne gördün? Onu anlat, dedi. Rüyam ona malum olmuştu.

Ben de kendisine görmüş olduğum rüyamı anlattım. Şıh Ağa cebinden bir kâğıt çıkardı:

─ Abdullah, bu ders Abdülkadir Geylani Hz.lerinin dersidir, buna iyi çalış, diye nasihat etti. Bana verdiği ders annemin dersinin aynısıydı.

Abdullah Babaya Manevi Görev Verilişi
Manevi Görev Verilişi

Üstadımız Abdullah Baba (ks)Aziz Hz.leri şöyle buyurdular;

Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, Peygamber (s.a.v) Hz.lerini bütün insanlara ve cinnilere gönderdiği için, Resûlullah (s.a.v.) Aleyhisselatü vesselam Efendimiz gayet mahzun olup Cenab-ı Zülcelâl Hz.lerine dua da bulunur:

“İlahi Ya Rabbi! Bugüne kadar iki yüz yirmidörtbin Peygamberini, kullarını irşad için gönderdin. Ben ise hem bütün insanlara ve cinnilere gönderildim. Benim ümmetimin hem ömrü kısa, hem de günahkâr. Onların hali nice olur! Sen bilirsin Ya Rabbi! Gafurur rahiymsin, Ya Rabbi!” diyerek niyazda bulununca;

Cenabı Zülcelâl Hazretleri:

“Ey Habibim! Senin ümmetinin âlimleri, takva olanları, Beni İsrail Peygamberleri muadilidir”, buyurmuştur.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) memnun olmuş, ashabını ve ondan sonra gelecek olan ümmetini müjdelemiştir. İşte bu zâtlar Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin varisi makamına erişen (İndi İlahiyye’de Kıymetli) Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hz.lerinin seçilmiş kullarıdır.

Peygamber Varisi olan Mürşid-i Kamiller kıyamete kadar Ümmet-i Muhammedi irşad edecektir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz hadis-i şeriflerinde:

“İrşada gücü yeten bir akıldan irşad talep ediniz ve ona isyan etmeyiniz” buyurmuştur.

Cenab-ı Zülcelâl Hz.leri, Kur’an-ı Kerim’de bu zâtlara işareten:

“Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyuruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (Secde / 24)

Adem (as)’dan beri devamlı olan ve kıyamete kadar da devam edecek olacak olan, Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin Lütfu İlahisiyle Ümmeti İrşad’a vazifeli nadir şahsiyetlerin günümüz halkası Abdullah Baba (ks) Hazretleri bu nurlu yolun yolcusu, Resulü Kibriya denizinin bir incisi İki Cihan Serveri’nin hakikat bahçesinin bir gülüdür.

Doğuşundan beri bir Ulul-Aziym evliyadır. Daha çocuk yaşta iken, pek çok harikuladelikler zuhura gelmiş, Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hz.leri tarafından ilahi muhafaza altında yetişmiştir.

Bir kâmil-i mürşide manen görev verilmesi şu şekilde açıklanmıştır.

Hazreti Seyyidil Enbiya Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’in izin ve icazetleri ile bütün ümmeti Muhammed’in terbiyesi hususu, kendisine Allah-u Tealanın ihsanı olur. Bu göreve memurlardır.

Böyle bir zât-ı şerife, bu görev ihsan olunacağı zaman, Cenab-ı Zülcelal ve Tekaddes Hz.leri tarafından Hızır Aleyhissselama işaretle:

Falan oğlu filan kuluma, ihsan eyledim. Var müjde eyle” emri ile Hz. Seyyid-il Enbiya’ya gelir:

─Ya Resulallah! Ümmetinden filan oğlu filana, Allah-u Teâlâ hilafeti ihsan buyurdu. Ne emriniz olur? der.

Fahr-i Âlem (s.a.v) Efendimiz Hz.leri, Hızır (as)’a yeşil bir hilat vererek;

─Var, bu hil’atı o zâta giydir ve kendisini alıp buraya getir, diye emir buyurur.

Hızır (as), hil’atı alarak o zâta götürür ve:

─Resûlullah (s.a.v.)Efendimiz size selam etti. Bu hil’atı gönderdi. Tarafı İlahiden size hilafet ihsan olunduğunun müjdesi ile geldim. Buyurun sizi bekliyorlar, der.

O zât-ı Şerif; “Baş üstüne” diyerek, hiç beklemeden Resûlullah (s.a.v.)’ın huzuruna varır ve görür ki; bir yüce divan kurulmuştur. Kalem yazmağa, dil anlatmağa kaadir olamaz Hz. Peygamber Aleyhi Vesellem Efendimiz, türlü mücevherler ve kıymetli taşlarla bezenmiş bir yüce kürsü üzerinde oturmaktadırlar. Sağlarında ve sollarında bütün Enbiya-i-İzam ve Resulü Kiram aleyhimüsselatü vesselam, Cihar-ı Yâri Güzin ve bütün ashabı kiram rıdvanullahi aleyhim ecmaıyn Efendilerimizle, bütün pirler, kutuplar ve Ehlullah (ks) Hz.leri, her biri mertebelerine göre gayet süslü birer kürsü üzerinde oturmaktadırlar.

O anda; Hazreti Fahri Kâinat Efendimiz, huzuru saâdetlerine getirilen zât-ı şerif’i bizzat karşılarına alıp teveccüh buyururlar. Bu teveccühlerinde, bütün fiillerini, sözlerini ve amellerini, yani siyret-i seniyyelerinin tamamını ihsan buyururlar ve kendi hallerini bütün bütün giydirirler.

Daha sonra, o zâta mücevherle süslü yeşil bir Hilat-ı şerif giydirerek, mübarek başlarına yine mücevherli bir Tac-ı Şerif koyarlar ve üzerine bir de mücevherli sorguç takıp, buyururlar ki;

“Cenab-ı Kadir-i Kayyum Tarafı İlahiyyesinden sana Mürşid-i Kamillik ihsan buyurdular. Bizim dahi halifemizsin. Bütün ümmetimin terbiyesi, uhdene verilmiş ve havale edilmiştir.”

Daha sonra eline, terbiye aletlerinden bir cendere, bir kamçı, ayaktan ve boyundan bağlamak için birer kement ihsan buyurur. (Bunlar birer tabirdirler. Bunları, dünya aletleri ile kıyaslamamalıdır. Bu aletlerle terbiye edilmeleri gerekenler, batıda olsalar, doğudan yetişip aynı anda icra buyurabilirler.)

O zâtı şerif için büyük mecliste hazırlanmış bulunan makamı Mürşid-i Kamil olan irşat postudur ki, ona oturması emrolunur ve Eşrefi Mahlûkat (s.a.v) Efendimiz Hz.leri el kaldırarak bir yüce dua ederler;

“Bismillahirrahmanirrahim

Allahümme yâ mâlik-er-rıkab. Yâ müfettih-el-ebvâb.. Ve yâ müsebib-el-esbâb heyyi lenâ sebeben lâ nestatıy’u lehu taleben.. Allahümmec’alnâ meşguliyne bi-emrike âminiyne bi-ahdike âyisiyne min halkıke ânisiyne bike müstevhışıyne an hayrike radıyne bi-kada’ike sâbiriyne alâ belâ’ike şâkiriyne le-ni’mâ’ike mütelezziziyne bi-zikrike ferihiyne bi-kitabike münâciyne bike fi ânâ’il-leyli ve etraf-in-nehâr mübgızıyne lid-dünya muhibbiynelil-âhireti müşyakıyne ilâ lika’ike müteveccihiyne ilâ cenâbike müsta’ıddıyne lil-mevti..

Rabbenâ âtina mâ ve adtenâ alâ rüsûlike ve lâ tuhzinâ yevm-el-kıyameti inneke lâ tuhlif-ül-mi’âd..

Allahümmec’al tevfike refikenâ ves-sırat-el müstakime tarikenâ.. Allahümme evsılnâ ilâ makasidinâ ve tüb aleynâ inneke ent-et-tevvâb-ür-rahiym.. Allahümme bike asbahnâ ve bike emseynâ ve bike nahyâ vi bike nemûtü ve ileyk-el-masiyr.. Allahümme erinel-hakka hakkan verzuknâ ettiba’ahu ve erinel-bâtıla bâtılen verzuknâ ectinâ-behu teveffenâ müzlimiyne velhıknâ bis-salihiyn.. Vedfâ’annâ şerrez-zâlimiyne ve eşriknâ fi dua-il-mü’miniyn.. Ve kınâ Rabbenâ şerre mâ kadayte.. Allahümmagfir li-ümmeti Muhammed.. Allahümmansur ümmete Muhammed.. Allahümmerham ümmete Muhammed.. Allahüm-mahfaz ümmete Muhammed..

Allahümme ferric an ümmeti Muhammed.. Allahümme tecavez an ümmeti Muhammed.. Allahümme yâ Habib-et-tevvâbiyne tüb aleynâ ve yâ emân –el-ha’ifiyne âminnâ va yâ delil-el-mütehayyiriyne düllenâ ve yâ hâdiyeel-mudıllıynehdinâ ve yâ gıyas-el-tâ’recâ’enâ ve yâ râhim-el-asıyn-erhamnâ ve yâ gafir-el-münnibiyne ıgfir lenâ zünübenâ ve kefir annâ seyyi’atinâ ve teveffenâ mâ-al-ebrâr.. Allahümme nevir kulûbenâ..

Allahümmeşrah sudurenâ.. Allahüme yessir umurenâ.. Allahümmestür uyubenâ.. Yâ hafiy-yel-eltâf neccinâ mimmâ nehaf.. Allahhemgfir lenâ ve valideynâ ve li-üstâzinâ ve li-meşâyihinâ ve li-ihvanina ve li-ashabinâ ve li- ahbabinâ ve li-aşâ’irinâ ve li-kabâ’ilinâ ve limen lehu hakka aleynâ ve limen vessanâ bid-dua’il-hayri ve li-cemi-il mü’miniyne vel-mü’minât vel-müslimiyne vel-müslimât el-ahyâ’ü minhüm vel emvât..

Allahümmahvezna yâ feyyazü min cemi-il belâ’i vel-emrâz kâffeten bi-rahmetike yâ ehram-er-râhimiyn…”

Efendimiz (s.a.v) Hz.lerinin bu yapmış oldukları duaya orada bulunanlar (Âmin)diyerek ellerini yüzlerine sürüp (Fatiha) buyururlar.

Duadan sonra O zât-ı şerifin hilafet müddetince irşat edeceği zevattan, zamanında ne kadarı geçecekse ( Ehlullah, inabe alacak dervişleri) bu yüce mecliste Resûlullah (s.a.v.)’ın huzuruna çağırılarak emir ve icazetleri ile o zâtın ellerini öperler ve kendisine biat ederler. Bu iş tamamlandıktan sonra O Zât-ı şerife:

“Var; ümmetimi dilediğin gibi terbiye ederek Hakka ulaştır”, diye izin ve ruhsat verilir.

Bu suretle, Resûlullah (s.a.v.)’ın icazetiyle hücrelerine gelir ve otururlar, kendilerine ısmarlanan memuriyetlerinin icrası ile meşgul olurlar.

Kendisine ihsan olunan terbiye aletlerinden cendere tabir edilen, o zât-ı şerifin batınında bir alet olup (zahir cenderesi gibi değildir) ; belki, Allah-ü Teâlâ’nın ihsanı olan Mürşid-i Kamilliğin gerektirdiği bir keyfiyettir. Terbiye edilen kimse, doğuda veya batıda olsa, Mürşid-i Kamil nuru ile kendisinden ziyade haline vakıf olur ve o anda o kimsenin batınen el ve ayaklarını bağlayıp bir yere götürür. Yani tespih böceği gibi tortop edip cenderenin içine koyar. Ağzını sıkıca bağlar ve bu hal ile sıkar. Bunu zahirde görmek mümkün değildir. İçerisinin yağı erir. Bazısını kamçı ile bazılarının el ve ayaklarına kement ile bağ vurur gibi, bazıları da yular gibi boyunlarından ve ağızlarından bağlanırlar. Terbiyeleri neyi gerektiriyorsa öyle yaparlar.

O zât-ı şerif, zerreye varıncaya kadar herşeyi görür. Kendisi için örtülü, kapalı bir şey yoktur. Bir müridi batıda, bir müridi de doğuda bulunsa ve kendileri de ortada bir yerde olsalar, müritlerinin ikisine birden Emr-i Hak vaki olup son demlerinde iblis bunlara musallat olsa, hilafet nuru ile bu hali görürler ve bunları İblis’in şerrinden kurtarırlar.

O zâta göre kendisinden gizli bir şey yoktur. İster yakın ister uzak ister gece ister gündüz olsun O’nun için birdir. Her kişinin haline vakıftır. Kişinin kendi halini kendisinden daha iyi bilirler. Nereye uzansa yetişir, nereye dilerse yakın veya uzak ayak basarlar. Göz açıp kapayınca kadar, nereye dilerse ve neyi görmek isterse görürler. Onun için gizli ve saklı bir şey olmaz. Her yerde bulur ve bilirler. Herhangi yerde olursa hazır bulunur, kusur ve tecellisine göre terbiye ederler. Dilerse; bir müridini bir bakışta “VASILI İLALLAH” eder. Etmediğinin, mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Bazıları, tez vakitte “VASILI İLALLAH” olurlar. Bazıları ise, uzun zamanda vuslat bulurlar. Zira o Zât-ı şerif daima, Resûlullah (s.a.v.)’ın huzurunda bulunur. Bu sebeple, her ne ki diler ve işlerse, Resûlullah (s.a.v.)’ın izin ve ruhsatı iledir. Kendiliğinden bir şey dilemez ve işlemez.

İşte bu hallerle hallenmiş ve sıfatlanmış olan zât-ı Şerif; bulunabildiği takdirde, bütün cisimleri altın haline getiren “KİBRİT-İ AHMER” adı verilen olağan üstü kuvveti haiz cisim nevi’dendir.

Üstadımız Abdullah Gürbüz Baba (ks) Hazretleri kendisine Manevi vazifenin verilişini şöyle buyurdular:

1985 yılının 20 Şubat’ında Rüyamızda; Resûlullah (s.a.v.)Efendimiz, Piranlar ve Evliyaullah bir yerde toplanmış, ben de huzurdayım. Abdulkadir Geylani, Ahmed-i Rufai, Ahmed-el Bedevi, İbrahim Dussuki, Hasan Ali Şazeli, Muhammed Nakşibendî, Muhammed Hacı Bektaşi Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı Bayramı Veli ve bütün piranlar sırada idi.

Abdülkadir Geylani Hz.leri bir beyaz kâğıt uzattı ve üzerinde nurdan yazılar vardı.

─Bu senin irşat icazetindir, dedi.

Ben cevaben:

─Efendim ben ümmiyim, vazife istemiyorum. Derviş olayım, bana yeter, dedim.

Abdülkadir Geylani Hz.leri bir daha tekrarladı; ben yine reddettim. Üçüncü olarak yine teklif etti ve bu sırada Mevlana (ks) Hazretleri:

─Evladım! Herkes şeyh olayım, Mürşid-i Kamil olayım diye ağlayıp sızlanırken; sana teklif edildiği halde, sen neden reddediyorsun, diye ekledi. Buna mukabil ben de:

─Bu çok mesuliyetli aynı zamanda veballi bir vazifedir. Ben ümmiyim. Üstelik piranlardan vazife alanların, şeytanın yıktığını, helak olduklarını çok gördük. Eğer bana Resûlullah (s.a.v.)Efendimiz bizzat vazife verirse, ledün ilmi de verirse bu vazifeyi kabul ederim, dedim.

Resûlullah (s.a.v.)Efendimiz, söylediklerimi duyunca memnun oldu ve tebessüm etti. "O zaman; istediğin beş Nisan’da verilecek" denildi ve böylece uyandım.

Beş nisan mübarek Cuma gecesi geldi çattı. O gece rüyamda;

Çorum Ulu Cami’de divan toplanmış. Bütün Peygamberler (as) bir yerde, piranlar bir yerde, mezhep imamları bir yerde. Herkes intizamla yerlerini almış ve bekliyorlardı. O sırada Bilal Habeşi Hazretlerinin sesi gibi gayet latif bir ses:

─Mahmut oğlu Abdullah Gürbüz! Seni, Rahmetel-lil Âlemin çağırıyor, dediler.

Hemen koştum. Resûlullah (s.a.v.)Efendimizin kürsüsünün önüne geldim. Resûlullah (s.a.v.)Efendimiz, mübarek parmağındaki mührü önünde duran, nurdan kehribar sarısı bir kâğıda bastı. Sonra bir başka ufak sarı mührü de o icazete basarak;

─ Bunu mu istiyordun, oğlum? dedi.

Allah’ın Resulü, bana ; “oğlum” dedi diye düşündüm ve bu esnada bende acayip haller oldu. Cesedim yerinde fakat ruhum kâinatta zerre zerre kayboldu. Resûlullah (s.a.v.)Efendimiz, tekrar:

─Bunu mu istiyordun, oğlum? deyince, ruhum toparlandı ve tekrar cesedimin içine girdi.

─Oğlum Abdullah! Ledün ilmi istiyorsun. Fakat ledün ilmi bir anda verilmez. Allah (cc) tedrici tedrici, lazım oldukça kalbe ilham eder. Seni filan mebusun karşısında konuşturan kimdi? Filan başvekile cevap verdiren kimdi? Filan âlime cevap verdiren kimdi? Kalpler ancak Allah’ın elindedir, sen ancak tebliğ edicisin! Ümmetimi irşad et, evladım! diye buyurdular.

O sırada Piran Efendilerimiz de gelip kâğıda mühürlerini vurdular ve beni tebrik ettiler. Sonra benim önüme büyükçe bir ayna getirildi. Aynanın sağında sıra sıra erkekler ve sol tarafında sıra sıra nisalar (hanımlar) ABDULLAH BABA, ABDULLAH BABA diye ismimi zikrederek geçiyorlardı. Hatta annesinin karnındaki cenin dahi böyle diyordu. Bunların kimi şiirler okuyor, kimi ağlayıp sızlanıyordu.Peygamber (s.a.v)’e sordum:

─Ya Resûlullah (s.a.v.), bu insanlar kimdir?

─Bu insanlar, sana tabi olacak dervişlerindir, buyurdu

─Ya Resûlullah! Bu insanlara nasıl yetişeyim ve nerede bulayım, diye tekrar sordum.

─Bazıları, senin ayağına gelecek, bazen de sen onların ayağına gideceksin. Hakkı ve sabrı tavsiye et. Kalpler Allah’ın elindedir, buyurdu ve künyemi; “Hadim-ül Fukara” koydu.

─Seni sevenler meczup olacaklar, buyurdu.

Ben hemen;

─Aman! Ben meczub istemem, Ya Resûlullah! dedim.

─Senin dervişlerin akıllı meczub olacak, diye cevap verdi.

Böylece rüyadan uyandım. Terden sırılsıklam olmuştum ve bütün vücudum Allah’ı zikrediyordu.

Cuma sabahı, vakit geçirmeden Şems ve Mevlana Hazretlerini ziyaret etmek için Konya’ya gittim.

Cuma namazını, Şems camiinde kıldım. Namazı kıldıran imam Efendi; Kısa sakallı, ufak boylu, buğday benizli bir şahıstı. Benimle musafaha edip:

─Efendim, sizi tebrik ederim! Dün gece verilen manevi göreviniz hayırlı olsun, buyurun sizi misafir edeyim, dedi.

Nevşehir’e dönmem gerektiğini söyleyip oradan ayrıldım.O gün, Sivas’ın zakiri Hafız Ali Efendi de Konya’daymış. Akşama Nevşehir’e geldi, kendisini misafir ettik.

Cumartesi akşamı bütün arkadaşlar dergâhta toplandı. Ben de onlara hitaben:

─ Arkadaşlar! Dün bize manevi vazife verildi. Rüyasında görenlerin üstadıyım, görmeyenlerin hiçbir şeyi değilim! dedim.

Hafız Ali Efendi, Efendi Hazretlerinden müsaade ister ve şöyle söyler:

“Üstadım Çorumlu Hacı Mustafa Efendi daha hayattayken:

─Evladım, benden sonra gidip Abdullah Efendi’ye bağlanacaksın. Hafızlığına güvenip, mağrurlanma. Abdullah Efendi başlı başına bir üstaddır. Eğer seni Allah’a vuslat edemezse, o zaman benim yakama yapış..! diyerek, bana işarette bulunmuştu. Fakat nefsim bunu kabullenemediğinden, bu güne kadar gelemedim.

Dün Konya’ya Mevlana Hazretleri’ni ziyarete gitmiştim.

Mevlana Hazretleri bana:

─Niçin, Çorumlu Hacı Mustafa Efendinin, vasiyetini yerine getirmiyorsun? Hemen Nevşehir’e gideceksin, Abdullah Baba’ya ilk bağlanan sen olacaksın ve gerçekleri açıklayacaksın, diye sitem etti.

Mevlana Hz.lerinin bu ikazından sonra doğruca Nevşehir’e gelerek;

─Ne olur Efendim! Beni dervişliğe kabul edin, dedim”

Böylece Hafız Ali Efendi ilk ders alan kişi olur.

Âşıkların sultanı, Asrımızın Mevlana’sı, Hadim-ül Fukara Abdullah Baba (ks) Hz.leri bu ilahi vazifeyi aldıktan sonra geçen ondokuz yıllık ömrü mübarekelerini bu şerefli görevi layıkı ile yerine getirmek için gece gündüz, yaz kış, uzak yakın demeden, Ümmeti Muhammedi irşad için adamıştır. Hayatı boyunca en büyük gayesi Allah ve Resulünü insanlara sevdirmek, hak ve hakikatı tebliğ etmekti. Maruz kaldığı çile ve meşakkatlere göğüs gererek, bu kutlu vazifeyi sürdürdü. Çünkü O’nun yaptığı davet, ilahi bir davet idi. Ve bu davete, o gün için birkaç kişi tâbi olduysa da verdiği mücadele sonucunda bugün, elhamdülillah, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında onbinlerce müridi olmuştur. O’nun gösterdiği irşat metotlarını uygulayarak, hiç kesilmeden ve artarak devam eden himmeti ve feyz ile bu mübarek yolda hizmet etmeye devam etmektedirler…